http-equiv='refresh'/>

28 Eylül 2012 Cuma

Nasıl Geldim Buraya-6


Yatarıcı aramalarınız sayesinde bu seriye devam ediyorum. Bilmem siz seviyor musunuz ama ben yazarken eğleniyorum her defasında.


çeşme alaçatının suyu çokmu soğuk

Şöyle söyliyim, Manisa’nın denizinden çok az daha sıcak ama mesela Uşak'ın denizine göre de soğuk. Bilmem anlatabildim mi tam sıcaklığını.

bir haftaeda kaç saat okul olcak

Bir haftaeda demek nereden baksan 20 saat okul eder. 1 hafta 7 günse, 1 gün de 24 saatse 1 hafta tam 168 saat eder. Yani 168 saat eda 20 saat okul olcak. Oldu mu?

gülin ağırman

Güliiiin biri seni benim blogumda aramış. Benim üzerimden sana ulaşmaya çalışan biri var söyliyim.

na na na diye bi şarkı vardı eskiden

Life is life? Az da sözlerinden yazsaydınız iyi olacaktı da bu kadarcık bilgiyle anca aklıma bu şarkı geldi.

sleepless mother

Evet benim o. Hem de ne sleepless bilseniz. Gece uyanmak için bin türlü sebep bulan bir bücürüğün annesiyim çünkü.

twitter hatunları

O ne yaa? Öyle bir kesim mi var? Hatun tavlama peşindeyseniz uğraşmayın hiç twitterla falan, daha uygun siteler olmalı sizin için.

bir çocok illa kaç yaşına kadar oto koltuguna oturması gerekir

İlla oturması gereken yaşı soruyorsan yasaya göre bir sınır var tabi, ama illa da oturmalı mı o yaşa kadar diye bir tereddütün yoktur umarım. İllalar falan, çok içime sinmedi sorunuz.

döğme yaptıktan sonra deri üzerine sprey

Döğme nedir arkadaşım? Sen bu işlere girişmeden önce bir git Türkçeni düzeltmek için uğraş.

27 Eylül 2012 Perşembe

Benim Gelinlik Hikayem

Zevkler ne çabuk değişir. 3 sene önceki fotoğraflara bakarken “bunu nasıl giymişim, o saçlar ne hal öyle” diye düşündüğümüz çok olur. Hızlı değişen modanın da etkisi var bunda ama zevklerimiz de hiç durduğu gibi durmuyor. Şimdi 4 yıl önceki gelinlikli fotoğraflarıma bakarken hemen hemen aynı hislere kapılıyorum.

Gelinlik konusunda nettim ben. Sade anneyim ya, o zamanlarda bir tek “anne”si yoktu. Gelinliğim de elbette sade olacaktı. Hatta gelinlik gibi değil, daha çok elbise gibi olacaktı. Tülin Şahin’in nikahının hemen ardından çekilmiş bir fotoğrafını görmüştüm gazetede. İşte aynen ona benzer bir modeli olacaktı elbise görünümlü gelinliğimin.
O zamanlar internet var, baya da içindeyim ama bu denli bir arşive sahip değil. Bilgiye ulaşmak bugünkü kadar kolay da olmuyor, en azından bugüne göre sınırlı. Arama yaptığımda sadece bu resim çıkıyordu ve boydan olmadığı için istediğim detayda göremiyordum modeli. Geçenlerde Tülin Şahin twitter’da aynı gün bu gelinlikle çekilmiş fotoğrafını paylaşmış. Bir iç çektim tabi. Twitter olsaydı 2008’de ben ne yapar eder kendisinden alırdım birkaç fotoğraf.  Aaah ah, olanaklar ne kadar kısıtlıymış. Neyse zaten başka bir sebepten ötürü hiç alakasız bir modelle çıktım sevenlerimin karşısına.

Sebep ne derseniz çok basit. Türk insanının en çok yaptığı iki şey: gaza gelmek ve etki altında kalmak. Bu elbise ve babet fikrime herkesin karşı çıktığını tahmin edersiniz. Yaa bir de babet işi var, topuklu ayakkabıyla aram çok iyi olmadığı için saatlerce ayaklarıma eziyet edemem düşüncesi içindeydim. Boy olarak da kendime uygun birini bulmuştum ne olsa, aramızdaki boy farkı öyle abuk bir görüntü oluşturmuyordu. Benim evlenmeden önce de, evlilik kararı aldıktan sonra da düğünümde giyeceklerimle ilgili fikrim tam olarak böyleydi.


Sigara içilmez uyarısı benim için bir gelinlikte olmazsa olmazdı 


Boydan, takısız bir fotoğraf bulamadım bu bilgisayarda, hayal gücünüzle tamamlayın siz gerisini :)

-Hayatta 1 kere evleniyorsun, şöyle güzel bir gelinlik giymek varken ne elbisesi!
-O modelde elbise başka düğünlerde de giyersin, kendi düğününde gelinlik giy!
-Prenses gibi olursun valla gelinlik içinde.

Vs.vs.Etkilendim. Doğru söylüyorlar yaa, başka zaman da giyerim ben öyle bir şeyi dediğim an Tülin Şahin’in resmi uçtu gitti aklımdan. Bir de Buket ablamın gelinlikçisi yüzünden oldu bu. Onun gelinliğine bayıldım. Tabi düğünleri biz evlenmeden önce olduğu için sadece resimlerini gördüm ama muhteşemdi. Sonra aynı moda evinin o yılki modellerine baktım. Elbise de neymiş, ben kesinlikle gelinlik giymeliydim! Hepsi birbirinden güzeldi. Her genç kızın hayali gelinlik beni de etkisi altına alıvermişti. Bir gelinlik için taaa İstanbul’a, Kadıköy’e kaç kere gittim hatırlamıyorum. Provalar için o kadar yol çektim düşünün. Üstelik servet ödendi o gelinliğe. Şimdi Buket ablamınkiyle birlikte Gündoğan’da bir gün bana el süren olur mu umuduyla bekliyor. Tek tesellim hem nikahta hem de düğünde olmak üzere iki kez giymiş olmam. Yok, yine de teselli bulamıyorum, nafile.

Oysa şimdi hep sade gelinlere hayranlıkla bakıyorum. Nikah mı tazelesek acaba :)

HB

26 Eylül 2012 Çarşamba

Gizliajans - Alper Canıgüz

Hayatımda ilk kez bir kitabı yüzümde tebessüm ile okudum. Hatta tebessümün biraz ötesinde baya baya güldüğüm yerler oldu. Mizahi tarafı yanında heyecanlı ve akıcı bir dili var bu kitabın. Aşk, olmazsa olmazlardan tabi yine.

Konusundan bahsetmeyi çok istemiyorum çünkü bölüm bölüm soru işaretleri bambaşka cevaplara dönüşüyor. Okumadan olmaz. Kısaca Musa karakterinin GizliAjans isimli reklam şirketinde işe başlamasıyla hayatında meydana gelen değişiklikler anlatılıyor. Musa’nın “sıradan insan”dan bir roman kahramanına dönüşmesini görüyoruz.




“Karşınızdakinin bilmesi gerektiğini düşündüğünüz bir konudan ona söz etmemek, yalan değilse bile kuşkusuz yalana giden ilk adımdı.”

Anlatımını çok sevdim. Altını çizdiğim çokça cümle oldu fakat ipucu verir korkusuyla buraya eklemedim.

Hain bakteriler birkaç gündür peşimizi bırakmadığı ve nitekim de hepimizi sıra sıra yakaladığı için 200 sayfalık bu akıcı kitabı ancak 5 günde bitirebildim. Biraz iyileşip kendime gelir gelmez hadi bir kuvvet diyerek akşam bitirmek üzere aldım elime. Bitirdim, yazımı da yazdım, rahatladım. Şimdi sıra yazarın diğer kitaplarında; öncelikle “Tatlı Rüyalar”. Sürpriz sonları sevenler Alper Canıgüz ile tanışmalı bir an evvel.  

HB

25 Eylül 2012 Salı

Perperişan

Haftasonu Bursa’nın bazı ilçelerinde sular olmayacağı haberi gelmişti. Bizim mahalle de bu bölgelerin içindeydi ve ben susuz nasıl geçecek koca 2 gün diye stres yapmıştım daha haftasonu gelmeden. Hazırlığımızı yaptık elbette; bidonlar dolduruldu, içme suları hazırlandı. 10 litrelik arıtma deposu da varken endişeye gerek kalmıyordu aslında.

Cumartesi günü Eda neredeyse akşama kadar annemdeydi. Kışlıkları çıkartıp aldığım kutularla birlikte odamızı düzenleyeceğim için evde yalnız kalmam daha iyi olacaktı. Eda’yı akşam 5 gibi annemden alıp arkadaşlarımıza gittik. Buraya kadar her şey güzel. Eda keyifli, biz güzel bir gece geçirdik. Uyku saatinde de eve döndük. Gece 1’de Eda’nın ağlamasıyla uyandık, yatağına kusmuştu. Bu andan itibaren 10 dakikada bir kusmaya başladı. Her seferinde çarşafı değiştirip yeniden yatırdığımız için 7-8 tane çarşaf ve nevresim sular geldiğinde yıkanmak üzere banyoda beklemeye başladı.

Kusması durmak bilmeyince soluğu acilde aldık. Saat 3’tü doktor Eda’yı muayene ederken. İlaçlarımızı alıp eve döndük. Ateş olmadığı için tahlile gerek duymamıştı. Bağırsaklar çok hareketli, ishal de gelecek devamında muhtemelen dedi acil doktoru. Gerçekten de öyle oldu. Geceyi sadece 1 saatlik uykuyla geçiren minik kızım sabah uzunca bir süre tuvaletten çıkamadı. Sular yokken her şey çok daha zordu. Öğlene doğru sularımız bitince anneme gitmek zorunda kaldık. Pazar günümüz de aynı bu şekilde geçti. Kusma, ishal, halsizlik. 1 dakika yerinde duramayan kız şimdi kafasını kaldıramaz haldeydi.

Ertesi sabah, uyandığımda bu kez ben de aynı durumdaydım! İşe gittiğimde sağlık merkezine uğradım. Serum takıldı; fakat bu esnada istifra etmeye başladığım için iğne yerinden oynamış ve kolum şişmeye başlamış. Sonrasında sağlık memuru sağolsun 4 kez daha denemesine rağmen damarımı bulamadığı, daha doğrusu söylediğine göre bulduğu damarlardan kan gelmediği için serum daha yarılanmadan beni göndermek zorunda kaldı. Doktorun yazdığı ilaçları almak üzere işten çıktım. Doğru anneme. Ah anneciğim, kızı hasta,torunu hasta. Akşam Bahadır da işten erken gelince artık bu kadar da olmaz diye düşündüm. Nasıl da aynı anda buldu hepimizi! Lütfen gitsin artık evimizden şu hastalıklar...

Hasta yatağından bu satırları yazan, yazının ardından yetiştirmek zorunda olduğu işleri yapacak olan HB

Not:Sağlık merkezinde olduğumu öğrenip yanıma gelen, orda kaldığım süre boyunca beni yalnız bırakmayan canım arkadaşım Burcu’ya ve twitterdan geçmiş olsun dileklerini ileten tüm arkadaşlarıma tekrar tekrar teşekkürler.

21 Eylül 2012 Cuma

Uzak durulası insan tipleri

1.Saldırgan yapıdakiler
2.Şikayet halini üstünden atamayanlar

Bu iki özelliğin tanıdığım bir anne-kızda buluşması beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Önce kıza bakarsak; 2 tane çocuğu var. Kendisi 2.çocuktan sonra iş hayatına dönmeye karar verip çocukları annesine emanet etti. Büyük oğlu 4 buçuk yaşlarında, ufağı da Eda kadar. Dün kendisi işteyken büyük oğlu sokakta oynadığı esnada düşmüş ve suratı sıyrılmış. Akşam bunu gören anne çocuğun bakıcısını yani kendi annesini azarlamış epeyce. “Neden dikkat etmiyorsun anne, ne biçim ilgileniyorsun” diye paylamış. Ne diyebilirim ki? Sanki ‘çocuk düşe kalka büyür’ sözünü hiç duymamış. Ne kadar korursan koru illa ki düşecekler. Öyle öyle düşmemeyi öğrenecekler. Her dakika da kollarsan yarın çocuk okula başladığında ne yapacak? Ki yeni yasaya göre başlamasına pek de bir şey kalmadı. Elbette canımız yanıyor onlara en ufak zarar gelmesini istemiyoruz ama bu kadar basit bir olayın sorumluluğunu birine yüklemek çok aptalca. Saldırgan insanlar grubuna sokuyorum ben böylelerini. Olur olmaz her olayda bir sorumlu bulur, olağan gücüyle saldırırlar ona.



Tüm bu anlattıklarımı nasıl biliyoruz peki? Hayır, olanlara annem tanık olmamış. Sadece ufaklığın yüzündeki yarayı görmüş. Gerisi anneannesinin anlatımıyla bize ulaştı. Kadının çok morali bozulmuş tabii. Hem çocuklarına bakıyorum hem de böyle çocuk gibi fırça atıyor bana diye içerlemiş. Ardından da başlamış şikayete...Çalışmasın kendisi baksın madem, ben çocuk bakmak zorunda mıyım, gibi gibi. Haklı, hiçkimse o yaşta böyle bir işle uğraşmak zorunda değil. Bunu üstlenmeyen anneleri anlayışla karşılıyorum. Eleştirdiğim nokta başka. Üçüncü kişilere gelip durmadan şikayet edenler, asıl konu ilgilisine hiçbir şey söyleyemeyenler. Benim annem senin sorunlarını dinlese ne olacak? Şikayet etmek bir çözüm değil. Kiminle derdin varsa aynı kişiyle bu problemi konuşmalısın. Ey şikayet etmekten başka bir şey yapmayanlar grubu; pek itici geliyorsunuz gözüme. Az laf çok iş demek istiyorum size. Şikayet doğru kişiye ulaşmadığı sürece laf salatasından başka bir şey değil çünkü.

Günlük hayatımızda çok karşılaşıyoruz aslında bu tiplerle. Her daim şikayet ederler, sistemi eleştirirler, çalışma hayatını kötülerler. Ellerine bunu düzeltmek için bir fırsat çıktığında hepsi suspus olurlar. Sanki her şeyden memnundurlar, hayat günlük güneşliktir. Kim hoşnutsuzdur ki bunlardan? Hangi densiz?

Farkındayım şu an benim de bu insanları şikayette bulunduğumu. Fakat ben farklı bir yöntem izliyorum. Memnun olmadığım noktaları değiştiremeyeceksem o kişilerden uzak duruyorum. Ben de rahat onlar da...

HB

18 Eylül 2012 Salı

Serenad

Kitap okumak beni darmadağın ediyor. Hikayenin yarattığı etki değil söz ettiğim. Bunun yanısıra beni o kadar uykusuz bırakıyor ki gözlerim acıya acıya okuyorum geceleri. Başka okuyabileceğim zaman da yok malesef. Dizi izlerken bitince kapatıp yatarsınız ama eğer izlediğiniz dizi yabancıysa, bir sürü bölümü zaten internette duruyorsa sonunu getirene kadar rahat etmez içiniz. Kitap da böyle bir şey. Bir bölüm daha okuyayım hadi derken bakıyorsunuz saatler geçmiş başında. Hele bir de konusu güzelse...

                                               Serenad – Zülfü Livaneli
 
                             Serenade: Avusturyalı besteci Franz Schubert’in ünlü eseri.



İstanbul Üniversitesi’nde memur olarak çalışan Maya Duran ile üniversiteye konuşmacı olarak gelen Alman asıllı Amerikan Profesör Maximilian Wagner kitabın ana karakterleri. Profesörün gelişiyle hayata bakışı ve takiben hayatı tamamen değişen bir kadın Maya. Profesörün İstanbul gezisinden sorumlu; onu havaalanından alacak, oteline yerleştirecek, gitmek istediği yerler olursa eşlik edecek. Aralarındaki ilişki bununla sınırlı kalmayacak oysa ki.


Struma gemisinin hikayesini bilmiyordum kitabı okumadan evvel. Ne acılar çekilmiş o yıllarda. Devletler ne kadar zalim bir tutum sergilemiş. Günahsız insanların acımasızca katledilmesine ne çok insan göz yummuş. Bazı satırları okurken gözümde canlandı yaşananlar. Bahadır geçen ayki Polonya ziyaretinde II. Dünya Savaşı’nda kurulmuş Nazi toplama kampını gezdi. Auswitz kampında çocuk ayakkabıları ve kıyafetler hala orada duruyormuş. İnsanın içini burkan görüntüler. Tarihin yüz karası olaylar.

Mavi Alay ve İstanbul’a gönderilen akademisyenler de kitapla öğrendiğim konulardan. Tarih hakkında çok az şey biliyormuşum meğer. Kendi tarihimizi bile eksik, ezberlerle ve sıkıcı biçimde öğreniyor olmamız çok üzücü ve tabi sonunda öğrenemiyor olmamız da.

Kitabı çok beğendim ve dediğim gibi tarihi birçok bilgiyi edindim ondan. Rahatsızlık duyduğum birkaç nokta oldu elbette. Örneğin sıkça rastladığım imla yanlışları; fakat bunun nedeni kitabın son sayfalarında açıklanıyor. Kitapta çok fazla ismin geçmesi de biraz kafamı karıştırdı, hafızamda tutmakta zorlandığım isimler oldu. Bir de Maya’nın oğlu Kerem için üzüldüm doğrusu. Karakterimiz oğluyla ilişkisinin kopuk olduğunu söylüyor, sebebi de Kerem’in kendini bilgisayar oyunlarına vermiş olması. İyi de Mayacığım sen de her akşam bu çocuğa hazır yemekler, pizza, lahmacun yedirirsen olmaz ki. Biraz senin de hatalı davrandığın noktalar yok mu diye sormadım değil zaman zaman. Belki de çağın sorunu teknoloji bağımlılığını anlatırken kendisinin de çağın bir başka sorunu olan hazır ve “hızlı yemekler”den nasibini aldığını gösteriyordur. Anne psikolojisiyle oldu herhalde bu eleştirilerim.



İşte akılda kalmalı dediğim satırlardan bazıları:

(Kitabı henüz okumayanlar için herhangi bir ipucu içermemesine dikkat ettim)


“...Çünkü kabaca Batı ve Doğu diye adlandırılan medeniyet biçimleri, birbirini hala tanımıyor. İletişim bunca ilerlediği bir dönemde hala ‘Cahiliye’ dönemini yaşıyoruz.”

“..kaynama noktasına gelmiş olan suyu demliğe ekledim. Babaannemden öğrendiğim çay demleme sanatının püf noktalarından biri de buydu. Su ısınacak ama asla kaynamayacaktı. Yoksa içindeki oksijen uçup gidiyordu.”

“Deniz kıyısı olmasına rağmen Bodrum yarımadasında rutubet yoktu, hava kupkuruydu. Kitaplarda Zeus’un üflerken çizildiği o meşhur Kyklades rüzgarı nemi alıyor, havayı kurutuyordu.”

“Almanya’da 1932 sonbaharında yapılan seçimleri, Adolf Hitler başkanlığındaki Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi kazanmıştı. Hitler 30 Ocak 1933 günü başbakan olmuştu.

Nazilerin o günden sonraki hedefi Almanya’daki Yahudilerin kökünün kazınmasıydı. Aslında Nazilerin Yahudi karşıtı hareketleri bu tarihten daha önceleri başlamıştı ama iktidara gelmeleriyle birlikte Yahudiler üzerindeki baslı çok artmıştı.”

“Bizim korkunç bir diktatör olarak tanıdığımız Adolf Hitler, her şeyi kitabına yani demokratik sisteme uygun olarak yapıyor, kişisel imparatorluğunu adım adım kuruyordu. Halkın çoğunluğu, sanayiciler ve kurumlar arkasındaydı ve onun niyetlerinden hiç kuşku duymadan olanca güçleriyle destekliyorlardı.”

“İnsan çok yakından bakınca bir şey görmez.”

“Yazı doğal bir şey değildi. İcat edilmişti, yani uçmak gibi o da doğamızda yoktu. Bu yüzden uçmaktan nasıl korkuyorsak yazıdan da korkuyorduk.”

“Evet, coğrafya bir kaderdi ama tarih de kaderdi. O dönemlerde yaşamış olanlar, yanlış zamanda, şu korkunç 20. yüzyılda dünyaya gelmenin acılarını çekmişlerdi. Aynı yüzyılın son on yıllarında doğanlar ise refahın, güvenliğin, özgürlüğün keyfini sürüyorlardı.”


Kitabın sonunda tüylerim diken diken oldu. Sonu belli artık diye son sayfaları ilgisiz okuyacağımı sansam da etkisi tahmin ettiğimden fazla oldu.

HB

17 Eylül 2012 Pazartesi

Evlere Renk Lazım


Bir şeyi yasaklarsan cazibesi artar derler ki çok doğru bence. Alışverişi kendime yasakladıkça kendimi hep alışveriş yapar halde buluyorum. Serbest mi bıraksam acaba kendimi? Onu da denedik gerçi, etkili bir yöntem değil. Bu haftasonu kendimi ev alışverişine adadım farklı olarak. Özellikle mutfak için tabak, kaşık, kase gibi şeyler almaya bayılırım. Hele ki İkea’nın tasarımlarını çok kullanışlı buluyorum. Tantitone mağazası ise rengarenk, görsel olarak hemen içeri çekiyor insanı.

Dün önce Ikea’ya gittik. Niyetim yatak odasındaki bazı eşyaları kutulara yerleştirip daha kullanışlı bir oda organize etmekti. Ne kadar da düzenlesem 1 ay sonra her bir eşya birbirine giriyor ve karışık görüntü hiç hoşuma gitmediği gibi içlerinden bir şey bulmak da eziyet oluyordu. Hala da oluyor. Ikea’dan aldığım kutularla bunu önlemeyi amaçlıyorum. Çoraplar, çamaşırlar daha derli toplu dursun. Ayrıca takılar, tokalar, bunun gibi ufak tefek şeyler de iç içe geçmesin diye onları da bir düzene sokmam lazım. Bahadır bu kutu merakıma anlam veremedi. Zaten çekmecenin işlevi kutudan farklı değil bir de içine kutular koymak niye diye sorguladı durdu. Mutfakta çatal, bıçakları koyduğumuz zımbırtının görevini ve olmadığı durumlarda o çekmecenin halini düşünmek yeterli herhalde bunu açıklamak için. Erkeklerle alışveriş yapmak zor nitekim. Hem “hadi hadi” ler eşliğinde bir şeyler almaya çalış, hem laf anlat, hem de fikir verenin olmasın. Tek başına gezmeyi tercih ederim çoğu zaman.

Neyse ki Tantitone’ye gittiğimizde bu kimliğinden çıkıp Eda’yı oyalama görevini üstlenince annemle ikimiz rahatça gezdik. Daha verimli bir alışveriş oldu zaten bu yüzden. Buradaki renk cümbüşü insanın gözünü döndürüyor. Evdeki teflon tavalar çizik çizik oldukları için artık onları hiç umursamadan makinaya atıyorum. Her gün çiziklerine yenisi ekleniyor fakat sağlıksız olduğu için aklımda hep bunları değiştirme fikri var. Teflon yerine seramik daha sağlıklı, daha doğrusu çizilse de zararı olmadığı için daha kullanışlı. Sonra, ne zamanlardan hep cheesecake tarifleri okuyorum. Hepsinde kelepçeli kalıpla yapılacağı yazıyor. Evde yok ki yapayım. Bunun gibi birkaç ihtiyacımı daha gidermiş oldum. Yalnız eve geldiğimde baktım hepsini de mor renk seçmişim farkında olmadan. Çekiyor beni :) Bu arada 75 TL üzeri alışverişlerde kek kalıbı hediye ediyorlarmış. Anneciğimin mutfağını renklendirecek o da.


Şimdi sırada tüm dolabı indirip kışlık-yazlık değişimini yapmak ve kutuları doldurmak var. önümüzdeki haftasonu 2 gün boyunca suların kesileceği müjdesini de aldık! Artık bir sonraki haftayı bu işe ayırırım. Ütülenecekler, yıkanacaklar, verilmek üzere ayrılacaklar,..amanın aman çok işimiz var yine.

HB

14 Eylül 2012 Cuma

Isırmaya az kaldı doktorum nerde

Sabah sabah pijamalarla bana “anne deni dot şeviyom” diyen bir minik kuş yavrusu var evde. Aynı kuş “anne den dot güzel bi kızsın” derse artık beni bu kızı ısırmam için önümde bir engel kalmamış olur değil mi? Gel beni ısır ile aynı anlamda zaten bu sözler. Müthiş ama müthiş güzel bir dönem bu içinde bulunduğumuz aylar. Öyle çok şey çıkıyor ki beni güldüren, hangi birini not edeyim bilemiyorum. Mesela geçen gün babası işteyken biz evde oynuyorduk ve şöyle dedi: “Akşama babaya süpiz yapcam, babaa sana bebek aldım diyceem!”   Baban da nasıl bayılır bu süprize kuzum, hep bir bebeğim olsa da oynasam diyordu :) Belki de bu cümlede vermek istediği bir mesaj vardı; bana bebek alsana anne gibi. Ama yok öyle bir şey olsa direkt söylerdi. Televizyonda reklamları çıkan oyuncaklar gördüğünde hemen istemekte gayet rahat.

Sabah anneanneye gitmeden, uykulu gözlerle daha bir ısırmalık


Aramızda geçen bir diyalog da şöyleydi:

-Adın ne?
-Eda
-Kaç yaşındasın?
-İki
-Annenin adı ne?
-Atice
-Babanın adı ne?
-Baadıy
-En sevdiğin renk ne?
-Mami
-En sevdiğin hayvan?
-At
-En sevdiğin yemek?
-Booba (çorba)
-En sevdiğin meyve?
-Muz
-En sevdiğin çizgi film?
-Pepe

Şimdi sen anneye sor..
-Adın ne?
-Hatice
-Annenin adı ne?
-Vildan
-I-ııııh Aticeee
J

Bu soru-cevap oyununu çok oynuyoruz biz, eğlenceli oluyor.

HB

12 Eylül 2012 Çarşamba

Yaşken Eğilemeyen Ağaç

Uyku, kızımın en büyük problemiydi. Ne gündüz ne gece uykusunu seven bir bebek oldu Eda, defalarca kez yazdım. Bu durum değişti mi? Hayır; daha dün gece saydım, 8 kere uyandı gece boyunca. Durumun değişmeyeceğini anlayınca bunu kabullenmek ve buna alışmak suretiyle benim değişmem gerektiğine karar verdim. Uyku değil ama başka bir şey var kendime sorun ettiğim.

2 yaşı bitti fakat parmak emme alışkanlığından kurtulamıyor. İstemiyor da aslında, en büyük zevklerinden çünkü. Ona olan zararını anlayabilecek yaşta değil. Ben defalarca kez anlatsam da, anlıyor gibi görünse de...Mesela geçen gün “emme kızım parmağını n’olur” dediğimde “dişlerim öne gelir” diye böldü beni. Parmaklarının nasır olduğunu, damak yapısının bozulduğunu, tüm zararlarını anlatıyorum tekrar tekrar. O an için anlıyor ama sonra yine işine devam ediyor. Sadece uyku esnasında da değil, mesela çizgi film izlerken ya da arabada bir yere giderken de yapıyor bunu. Uykudan önce biraz daha kolay unutturması, farklı bir şeye dikkatini çekip yapabiliyoruz. Fakat uykudan önce parmağını emmiyorsa uyumasına imkan yok. Onun yerine mesela bebeğinin saçıyla oynasa, elimi tutsa değil mi? Hiçbirini yapmıyor.

Ödülün etkili olduğunu okumuştum. Parmağını emmezse sevdiği bir şeyi ona alacağımızı söyledim, yok. Tırnaklarına renk renk ojeler süreceğimi söyledim, yok. Ödüllendirme sistemi bizde işlemedi.

Acı oje yöntemini deneyelim dedik son çare. Bitkisel içerikli bir tane bulduk ve sürdük. O da sonuç vermedi. Acı da gelse o parmağı ağzına sokmadan duramıyor. Acı dediğim de baya baya kötü, kendim denedim ve hayret ettim nasıl hala ses çıkarmadan emmeyi sürdürdüğüne.

Annem bugün ilaç yazdırmaya gidecekti aile hekimine. Bu gideceği doktor daha önce bir komşunun kızına böyle parmak emiyor diye bir konuşma yapmış. Kız ardından bir daha hiç parmak emmemiş. Annem Eda’yı da götüreyim, konuşsun diyordu ne zamandır. Hoca mı bu okuyup üfleyecek ve her şey bir anda değişecek diye pek umursamadım. Bizim söylediklerimizden farklı ne söyleyecekti sanki. Ama baktım hiçbir yöntem işe yaramıyor, peki bunu da deneyelim dedim. Bugün gitmişler, Eda’ya anlatmış adamcağız. Parmaklarının çirkin olduğunu söylemiş. Eda hanım büyüyünce doktor olmak istediğini söylüyor ya, yine ona da bu isteğini açıklayınca doktor parmak emmemen lazım doktor olacaksan falan demiş. Ben umutlu değilim açıkçası ama elimizde kalan tek çözüm buydu. Umarım bir şekilde kurtulur yavrucuğum bu alışkanlıktan. Yoksa dişlerine tel taktırması kaçınılmaz olacak büyüdüğünde. Üstelik okula başladığı halde gizli gizli parmak emen çocuklardan olmasını istemiyorum. Nasıl unutturacağız onu da bilmiyorum. Emzik değil ki bu kesip atasın. Her an, aklına geldiği anda yapabileceği bir şey. Bizim hatamız çocuk doktorumuzun lafına inanmak oldu. 2 yaşından sonra kendiliğinden bırakacaktır dedi durdu hep bize. Gerçi öyle demeseydi de daha çok bu işin üstüne düşseydik bu yaşa gelmeden ne değişirdi emin değilim.

Bir dönem doktorun bu rahatlatıcı sözlerine rağmen ben yine konuyu kafama takmış ve Eda’yı çok bunaltmamaya çalışarak arada bir anlatmıştım. Gece uykuya yatınca parmağını emdiğinde çıkarmasını istemiştim. Bu kez de yatağın en köşesine gidip sırtını dönüp gizli gizli yapmaya çalışıyordu. Kıyamadım ve çok üstelemedim. Zamanla bırakırdı ne olsa.

Böyle bir problemimiz var bizim. Çözüm yolunu bir türlü bulamadığımız...

HB

11 Eylül 2012 Salı

Virgin Radio

Yabancı müzik, özellikle de rock sevenlere bir radyo önermek istiyorum. Virgin Radyo’yu biliyorsunuzdur. Hani şu Bay J ve Geveze’nin transfer olduğu radyo. Virgin Radyo Türkiye’de çalmaya başlayınca acaip sevinmiştik kaliteli müzikler dinleyebileceğimiz bir radyo frekansı bulduk diye fakat sevincimiz uzun sürmedi. Çünkü piyasa şarkılar çalan diğer radyolardan pek de farkı yoktu.

Web üzerinden dünya radyolarını dinlemek için bir engel yok. Radyo Odtü veya Eksen gibi kanallar da gayet güzel. Her şehirde frekansı olmasa bile internetten dinlenebiliyor. Tek kısıt özel şirketlerin koyduğu güvenlik engelleri oluyor. Bizde de durum böyle olduğu için hemen hemen hiçbir radyoyu online dinleyemiyordum.

Bahadır’ın İtalya’da kaldığı zamanlar dinlediği Virgin Radio İtalia’yı tekrar hatırlayana kadar...Hem güzel müzikler çalınıyor, hem şirketten dinlenebiliyor. Pek fazla araya giren konuşma da olmuyor. Olduğunda da İtalyanca konuşulduğundan belki birkaç kelime kaparım umuduyla kulak veriyorum ara sıra. Yalan Dünya’daki Servet’in İtalyanca konuşması aklıma geliyor bu muhabbet ile birlikte hep :)

Özellikle arada bir 90’lı yılların albümlerinden çalması hoşuma gidiyor. Yeniler eski albümlerin yerini tutmuyor çoğu zaman.


Güzel radyo bence. Tüm gün çalsın ben çalışırken.

Dinlemek isterseniz ana sayfada çıkan “ascolta la diretta” ya tıklamanız gerek.

Şu anda bu şarkı çalıyor:


10 Eylül 2012 Pazartesi

Canım Yazım Biterken

Herkes sonbaharı severken ben bu mevsimi hiç sevmediğimi itiraf ediyorum. Birkaç sebebi var bunun.

Atlet giyme dönemi başlıyor sonbaharın gelişiyle. Bazı bayanlar kışın en soğuk zamanlarında bile asla atlet giymezler. Ankara’da çokça gördüm bu hatunlardan. Bense soğuk havalarda atletsiz çıkmışsam bilirim ki hastalık kapıdadır. Ah şu fazla hassas bünyem! Atlet giymekte ne var demeyin. Benim tercihim olan çıtçıtlı atletler bazılarına göre hiç rahat ve hoş değil. Düşük bel pantolonu hayatımdan çıkarmadığım sürece başka türlüsü daha rahatsız benim için. Yine de en güzeli incecik bir t-shirt giydiğimiz yaz günleri.

Hırka bir süre yazlık kıyafetlerle aynı dolabı paylaşıyor sonbaharda. O da ayrı dert. Sabah işe gelirken serin oluyor diye alıyorum. Tüm gün için işlevi sadece 20 dakika. Sabah üzerimde iyi de akşam eve elimde dönüyor. Gece dışarı çıkarken de “hırka mı alsam ceket gibi daha kalın bir şey mi? Dışarıda oturursak hırka yetmeyebilir.” gibi sorularla karşılaştığımız mevsimdir sonbahar. Yazın öyle mi hiç? Giydiğin belli, sıcaklık belli.

Şemsiye ve güneş gözlüğünün çantalarımızda birarada olduğu mevsimdir sonbahar. Öyle ki sabah yağmur yağarken öğlen günlük güneşlik olabilir hava. Hazırlıklı olayım diye yola çıkarsam en büyük çantalarımdan seçmeliyim. Bir şey olmaz diye umursamazsam da ıslanma ihtimalim fazla. Aslında aynı sorun ayakkabıda da var. Yağmur yağdı diye hemen çizme giyecek değilsinya. Mecburen yazdan geçiş aylarında yine babetlerle idare edeceksin. Şemsiye de koruyamaz ayaklarını. Islak ayakkabıyla tüm gün durduğumu hatırlıyorum birkaç sefer. Ahmak ıslatan yağmuru mu derlerdi ona?



Günlerin kısalmaya başladığı, havaların günden güne erken karardığı mevsimdir sonbahar. Yavaştan akşam aktivitelerinin eve taşındığının haberini verir. “Bütün yaz gezdin, balkondan içeri girmedin. Artık bu kadar sefa yeter, sizi biraz içeri alayım” demektedir açıkça. Güzel der de bütün yaz sokakta oynamaya ve gezmeye alışmış çocuklara nasıl söz geçirilebilir bu konuda da birazcık yardımcı olsa...

Tatil için 1 sene daha beklemek gerektiğini söyler sonbahar. Kış tatili planlarınız arasında yoksa tabii. Bizim hiçbir zaman olmaz da... Çalışma hayatı başlayınca bu etkisi biraz olsun hafifledi esasında. Öğrenciyken 3 ay tatilden sonra daha zor olurdu eylülün gelişi. Yaşasın artık her şey daha kolay!

Bu sıcaklık farklarıyla baş edemeyince eninde sonunda soğuk algınlığına yakalanırsın. Daha geçen hafta siftahı yaptım bile ben. Hadi biz yetişkinler neyse de üşüdüğünü ya da sıcak olduğunu anlamayan minikler için durum daha zor. Serin diye hırka giydirirsin, çocuk kıpır kıpır yerinde durmayan bir şey. Bizim gibi değil ki. Anında terliyor. Hasta olmaları çok kolay.

Yaz gibisi var mı! Ne kalın kalın yorganlar, ne kazaklar, ne çizmeler, kabanlar, ne kapkara akşamlar...Ben yaz çocuğuyum, sevmiyorum kışı da kışın gelişini haber veren baharı da. Sarı yapraklar ve güzel manzaralara rağmen...

HB

7 Eylül 2012 Cuma

Uçtu Uçtu Kuş Uçtu


Nereden nereye

İlk twitter üyesi olduğumda pek yaygın bir yer değildi burası. Ben de nereden duydum da üye oldum hiç hatırlamıyorum zaten. 2010 yılı falandı herhalde. İlk tweetim de “çok yorgunum” gibi anlamsızca bir şey olmalı. O zamanlar bu meşhurdu ne yapayım. Takip ettiğim pek kimse de yoktu. Aylar sonra tekrar uğradığımda bir baktım twitter coşmuş. Yine de şimdiye göre ilkel. Fotoğraf yüklemek öyle kolay değil. Twitpic ile yfrogla falan uğraşıyorsunuz. Hashtag ne bilen yok. Derken derken gelişim gösterdi. İnternetanneleri listeye eklendi, çocuk muhabbetleri edilmeye başlandı. Muhabbet daha da arttı ve artık her anımızı tweet atar olduk. Özellikle telefonlarımıza da girdikten sonra bağımlılık yarattı adeta. Güzel de oldu bence.



Ses duyurma aracı olarak twitter

Çok etkili. Daha çok taze, Deli Annenin olayı. Sahtekar bir grup insan tarafından nasıl mağdur edildiğini, yurtdışına taşınmak yeterince zorken bir de eşyasız öylece orada bırakıldığını ve kendisinin yine de ağzını bozmamayı başararak bu terbiyesizleri nasıl afişe ettiğini twitterdan öğrendi birçok kişi. Böylece Deli Annenin yaşadıklarını öğrenme şansını yakalayan herkes bir daha o insan müsvetteleriyle çalışmak zorunda kalmayacak. Yüzlerce kişi kendini kurtarmış oldu belki de. Umarım bir şekilde bu adamlara bulaşmış olanlar bir an evvel paçalarını kurtarırlar ellerinden. Eşyasızlık ne kadar zor olmalı tahmin ediyorum ama özel ve kıymetli eşyaların onların elinde olduğunu bilmek ve bir türlü ulaşamamak ne kadar öfke vericidir hayal bile edemiyorum.

Twitter sayesinde bir çok şeyden haberdar oluyorum ben. Mesela #Nazıma1OkulGerek deniliyor ki güzel bakışlı Nazım’ı otizmli olduğu için hiçbir okulun kabul etmediğini ancak bu şekilde öğrenebildim. Tüm gün işte olup evde de doğru dürüst televizyon seyretmeyen biri olarak twitter olmasa haberim bile olmayacaktı muhtemelen. Belki de Allah Babaya dua eden Nazım da sesini buradan ilgililere duyurup güzel bir okulda okuyabilecek. Umarım.  

Daha birkaç ay öncesinde Gamze Anneye ilik için herkes seferber olmamış mıydı? Destekçilerinin olduğunu bilmek bile mutlu ediyor insanı. Sonra Van depreminin ardından yine twitter ile bölgedeki ihtiyaçları, kolilerin hangi noktalardan gönderildiği gibi birçok bilgiye ulaşmıştık. Sosyal medyanın gücü...


İç dökme aracı olarak twitter

Bazen, belki çoğu zaman içimizi dökmek için de kullanıyoruz bu mecrayı. O anki öfkeler, alınganlıklar, mutluluklar tweet olarak akıyor bol bol. İsim de verilmiyor tabii ortaya, kim alırsa artık. “Bazen” güzel oluyor da “çoğu zaman” bunu yapanlar takipçilerinde bir bıkkınlık hissi yaratabiliyor. Onun da kolayı var takip eden için:bırak ve kurtul.


Celebrity orada

Beğenerek takip ediyorum dediğin sanatçıları, ünlüleri her neyse, gerçekten takip etmek için bir fırsat. Müziğine hayran olduğun birinin nasıl bir hayatı var, olaylara bakışı nasıl vs gibi farklı yönlerini de öğrenebiliyorsun. Albümlerini dinlediğin, en fazla konserine gidip seyrettiğin birini orada tanıma, ona ulaşma, soru sorma şansı buluyorsun. Yanıtlamama ihtimali çok yüksek gerçi, morali de bozmamak lazım bunun için. Ne yapsın onlar da binlerce takipçisi var. Zavallı celebrity sırf bu iş için asistan mı tutsun bazıları gibi...


RT’ciler

Yani sürekli başkasının tweetini alıntı yapanlar. İzlediğin birinin yazdığını beğenip paylaşmak istiyorsan RT yapıyorsun. Buraya kadar problem yok. Fakat herbir şeyi RT yapanlar da bende antipati uyandırıyor. Mesela kendisine yazılan övgüleri ardı ardına Rtleyenler...Arka arkaya gelen 5-6 RT’ten sonrası çekilmiyor esasında. Twitter bunun için de güzel bir çözüm bulmuş. Diyelim birini takip ediyorsunuz, güzel de şeyler yazıyor. Ama bir ara başlıyor arka arkaya RT lere ve bu da sizi sıkıyor. Bu kişiden gelecek RT’leri kapatarak bundan kurtulmayı sağlamış twitter geliştiricileri.


Facebook mu twitter mı

Facebook daha görsel ağırlıklı bir site. Özlü söz yazanlar bile arka planda bir resimle paylaşıyor bunu. Eklediği fotoğraflar kocaman kocaman sayfamızda yer ediyor. Videolar desen öyle. Twitter ise daha çok metin ağırlıklı. 140 karakter gibi bir kısıt olmasına rağmen sayfayı açınca karşına sadece yazı geliyor. Fotoğrafı da videosu da tweetin içine gömülü biçimde duruyor. Sadece istiyorsan bakıyorsun. Ayrıca twitterda paylaşılan haberler güncel. Eski haberleri sonradan paylaşan pek olmuyor. Anlık olarak yazıyor herkes. Facebook o bakımdan çok güvenilir değil benim için. Evet, son haberleri paylaşanlar var ama mesela bir kayıp ilanı gördüğümde onun ne kadar yeni olduğunu sorgulamak zorunda kalıyorum. Twitterda bir RT okuduğumda onu atan kişinin ne tarihte yazdığı belli oluyor.

Tweetleriyle beni çok güldüren kişiler de oluyor, hak verdiğim, yardımcı olmaya çalıştığım, yardım istediğim, fikir aldığım kişiler oluyor. Bir yandan çok kızdığım, eleştirdiğim kişiler de oluyor. Çeşit her zaman güzeldir. Farklılıklardan birçok şey öğrenebiliriz. Sözün özü güldüren, güldürürken de düşündüren bir yer :) Var mı orada olmayan?

HB

5 Eylül 2012 Çarşamba

Zaman mı bize ayak uyduruyor biz mi ona?

İnsanların 5 dakika geç kalsa dünyada kaos yaratacak kadar önemli işleri var.
Yoksa trafikteki hız, önüne çıkan her aracı sollayan sürücülerin varlığı nasıl açıklanabilirdi?

İnsanların 60 saniye bekleyecek vakitleri yok.
Yoksa pis bırakmak pahasına ikinci kez sifonu çekmek için gereken süreyi harcamamaları nasıl açıklanabilirdi?

İnsanlar geride,arka planda kalmayı sevmiyor.
Metro kapısı açılınca, önce inen yolcuları beklemeden bir aceleyle içeri girmeye çalışmaları nasıl açıklanabilirdi yoksa?

Çocuklar hep bir sabırsız, her şey hemen olsun istiyorlar.
Anne-babaların bu kadar çok aynı cümleyi kurması nasıl açıklanırdı yoksa? “9 ay nasıl dayandın evladım sen anne karnında!”

Şimdiki nesil bizden daha çevik, azimli, gayretli.
Yoksa aynı zaman dilimi içinde hem okul, hem dershane, hem etüd, hem özel derse yetişebiliyor olmaları nasıl açıklanırdı?

Bazıları yabancı dilin önemini bir anda hem de öğrenciliği çoktan terketmişken anlayıveriyor.
Yoksa onca sene öğrenmeyip hızlandırılmış kurslarla bütün programını bu şekilde doldurmaları nasıl açıklanabilirdi?

Erken doğma ve küçücükken okula başlama, kısaca bir an önce hayata atılmak gibisi yok. Erken kalkan yol alır derler.
Bu böyle olmasaydı bebeklerin daha vakti olduğu halde doğurtulması ve hemen akabinde de “haydi artık okula” denmesi nasıl açıklanabilirdi? Karikatürdeki gibi adeta...




Koştur koştur yaşamayı neden bu kadar sever olduk biz? Neler oluyor bize kuzum?

HB

4 Eylül 2012 Salı

Aldıkverdik

Kocacığımın Polonya’ya gidişiyle Pazar günü kendimi alışverişe verdim. Öğlen 1 buçuktan akşam 7’ye kadar elimde poşetlerle dolaştım durdum desem bana deli demezsiniz umarım. Arada bir yemek molası verdim o kadar. Dolaşmaktan değil, poşet taşımaktan yoruldum. Arabayı da uzağa bırakmıştım biraz, bırakıp dönmek de zor geldi. Sırtımda bir sürü kulunçum var artık.
Alışverişte beni en çok mutlu eden şey hediye almak oluyor. Anneme, babama, Bahadır’a ve tabi Eda’ya aldığım hediyeler kendim için aldığım şeylerden daha iyi geliyor bana. Bu arada Bahadır ve hediye demişken, eğer Polonya’dan eli boş dönerse bir hesaplaşmamız olacak kendisiyle, yazıyorum buraya. Hediye vermek kadar almayı da severim :)

C&A mağazasının çocuk bölümünü seviyorum. Hem ürünleri güzel hem de fiyatları uygun. Eda’ya buradan pijama ve patik aldım. İkili patikleri 9 TL’ye aldım hem de. Geçen kış çok kullanışlı bulmuştum yine buradan aldığımız patikleri. Ayak numarası çabuk değiştiği için yenisini almak gerekti. O fiyata bulunca da kışı bekleyemedim. Eve gittiğimde patikleri gören ayakkabı delisi kızım bu sıcakta ayağına geçiriverdi anında.

Little swimmers kafada..Değişik Eda stillerinden bir örnek


Anneme aldığım hediye üzerine uymayınca sıcağı sıcağına gidip değiştirelim dedik. Bu sefer Eda ile düştük Korupark yollarına. Eda ayağındaki patiklerle gitmek için binbir inat gösterisinde bulundu. Zorlukla ayağından çıkardıktan sonra bu kez araba koltuğuna oturmamak için diretti. Ne zor çocukla dışarı çıkmak!

Sadece aldıklarını değiştirmek üzere alışveriş merkezine giden 3 bayan sizce gerçekten sadece onları değiştirerek eve dönebilir mi? Elbette zor. Calzedonia diye bir mağaza var. Penti benzeri; çorap, çamaşır, mayo gibi şeyler satıyor. Önünden geçerken baktık güzel mayolar var. Üst 30 lira, alt 15. Kaçar mı? Alt kısmı ipli mayoları sevmiyorum ben. Mümkünse kapkalın olacak kenarları. Görüntüsü de daha hoş geliyor, hem daha rahat. O açıdan beğendim mayolarını. Alt ve üstü ayrı alabilmek bakımından da güzel, özellikle beden sıkıntısı yaşayanlar için.






Ben mayo alırım da kızım eksik kalır mı hiç! Hemen ona da bir tane seçtik seneye hazırlık yaparak. Beni mayomu denerken görünce o da giymek istedi hemen. Alt kısmını kurtarabildik sadece. Üçgen mayosunu gece uyuyana kadar çıkartmadı. Askıları fotoğrafta gözüküyor. Eve gidince yine çıkardığı patikleri ayağına geçirince bikini-patik kombinasyonu ile yeni bir tarz yaratmış oldu bizim ufaklık. Büyüdüğünde yazın çizmeyle gezen aykırı tiplerden olursa başımıza şaşırmam.

HB

3 Eylül 2012 Pazartesi

Bülbülüm gel de dile

Artık benim de kızım konuşmaya başladı. Konuşmaya başladı dediysem öyle herkesin anladığı dilden değil aksine sadece bizim anlayacağımız şekilde konuşuyor. Birçok kelimesi öyle. Şifre var şimdilik ama bence en eğlenceli kısım burası. Bir yandan farklı söylediği kelimeleri düzeltmek istiyorum bir yandansa çok sevimli geliyor. Ömür boyu böyle söyleyecek değilya, eninde sonunda doğrusunu öğrenecek diyorum.

Bu keyifli dönemin bana anı kalması için birkaç konuşmasını kaydetmeye karar verdim.

Suna ablası ve Azeri kızı Eda arasında geçen minik dialog:
S:Edaaa senin adın ne?
E:Mmmm,men, menim adımı biyemedim.


Eda’nın burnu yolunmaktan yara olmuştur ve herkes ne olduğunu sormaktadır. Ben “yoluyor kendisi, iyileşmiyor bir türlü” cevabını vermekteyimdir soranlara. Geçen gün Ayça ablası direkt Eda’ya sorunca ne olduğunu verdiği cevap şöyle olmuştur:
-Kendim yoldum


Eda çocuk dergisine bakarken çeşit çeşit oyuncaklar görür ve bir tanesini bana göstererek sorar:
-Anne bana onu alabiliysin anne?
Böyle deyince insan nasıl almaz ki!!


Banyo yaptıktan sonra saçlarımı ıslak halde gören Eda yanıma gelir ve saçlarımı elledikten sonra şöyle der:
-Saçların ipek ipek anne


Sokaktan geçen eskiciyi duyan Eda’nın tepkisi:
E:O ne?
H:Eskici kızım, eski eşyaları satıyor.
E:Men ondan hiç kokmuyom anne. (Buradan anlıyoruz ki korkmamış gibi yapıyor)


Gecenin kör karanlığında uyurken seslenen Eda ve babası arasında geçen konuşma:
E:Anneee düt! (anne süt ver diye emretmektedir.)
B:Anne uyuyor kızım şimdi (anne o saatte süt vermek istemememektedir ve babaya bu cümleyi söyletmiştir)
E:Babaaa düt!


Yine babayla yaşanan bir dialog şöyle..Tatildeyken hep beraber yazlıktayız. Gökhan, Bingöl’den geldiği gece hepimize hediyeler vermektedir. İlk maaşıyla abilerine ve yengelerine hediyeler almıştır sağolsun. Abimler de Gökhan’a çalışma hayatına başladığı için hayırlı olsun hediyesi verir. Bizim düşüncesizliğimiz Eda tarafından yüzümüze vuruluro gece. Şöyle ki; Gökhan Bahadır’a ve bana hediyesini verdikten sonra Eda babasına soruyu yapıştırır:
E:Baba biz ne aldık amcaya hediye?
B:Mmm şey kem küm


Beni farklı bir şey yaparken görmeyedursun. Hemen tepki aynı:
-Anne yapoşun? (napıyorsun)


Eda gece uyanma işini abartır ve sırf masal anlattırmak için uykusunu bölüp bana şöyle der:
-Edayı anlat anne (masalda mutlaka Eda karakteri olacaktır)
Uykulu uykulu bir şeyler uydururum. Eda şöyle yapmış, buraya gitmiş, denize girmiş vs. Eda kısa bulur masalımı ve yeterli gelmez bu kadarı.
-Babayı anlat anne!

Popüler Yayınlar

Recent News