http-equiv='refresh'/>

29 Ocak 2013 Salı

Yenilenen Köşemiz


Minifikir’in facebook sayfasında paylaştığı bu fotoğrafı çok beğenmiştim.



Ben de bu fikirden esinlenerek 3 tane fotoğraf seçip üzerlerine Bahadırla sevdiğimiz şarkı sözlerini yapıştırdım. 2 tanesi Eda’nın tek fotoğrafları, 1 tanesi de sevgili Gülin’in çektiği aile fotoğrafımız.



Grupanya’dan aldığım kanvas tablo kuponu ile bu fotoğrafları baskıya gönderdim. Sonuç; fikir güzel ama işçilik kötü. Sadece bir tanesi adam akıllı, istediğim gibi olmuş. Diğer ikisinde şarkı sözleri tablonun kenarlarına, katlanan kısımlara gelmiş. Belki de ben hesap edemedim, kenarlardan pay bırakmam gerekirdi ama fotoğrafçı da uyarabilirdi bu şekilde olacak diye. Kuponla yaptırılan iş bu kadar olur işte. Yine de sevdim ben bu köşeyi. Daha önce asılı olan çerçevelerle birlikte güzel durdular. Bana kalsa tüm duvarları çerçevelerle doldururum zaten. Masa, vitrin gibi şeyler üzerine koymayı değil de duvara asmayı seviyorum çerçeveleri.


Tan Sağtürk'ün evinden..


*Minecimin çekip düzenlediği siyah beyaz fotoğraf benim favori Eda fotoğraflarımdan. Nasıl da güzel yakalamış Mine bu pozu. Zeytin gözlüme de maşallah.
*Diğer fotoğrafın renkleri de baskıda kötü çıkmış. Normalde bu kadar karanlık olmamasına rağmen gelen çerçeve böyle malesef.



HB

28 Ocak 2013 Pazartesi

İtiraf:Ben Bir Lahanayım

Soğuk havayı, üşümeyi seven tipler var. Ben onların aksine sıcak hava insanıyım. Bunun nedeni temmuz ayında doğmuş olmam olabilir belki. Zaten ya doğduğumuz ay ya da annemizin bebekken bizi nasıl giydirdiği belirliyor bunu bence. Annem beni kesin kat kat giydirirdi. Zaten soğuk memleketteymişiz o zamanlar. Hiç şüphem yok bebekken nasıl sarmalandığımla ilgili. Annemizden nasıl gördüysek öyle.. Ben de şimdi Eda’nın gelecekte kat kat giyineceği kışlar yaşaması için zemin hazırlıyorum. Elimde değil, o patikler ayağında olmadan benim içim rahat etmiyor. Tek çorapla evde gezinen çocuklara, üstünü örtmeden yalınayak uyuyanlara imrenerek bakıyorum. Allah bana da böyle rahatlık verseymiş keşke. Nasıl alıştırırsan derler ya, ben öyle olduğunu Eda daha doğduğu anda biliyordum. Sorun bilgisizlik değil uygulama zorluğu. Yapı meselesi.

Kendiniz nasıl giyiniyorsanız 1 kat fazla giydirin diyordu yenidoğan doktoru. Zaten o zamanlar yazdı, bir şey giydirdiğimiz yok da büyüdükçe ve bizimle aynı seviyede giyinmesi gerekince tanımlar sapıttı. Benimle aynı giyinmesi demek kışın evde 22 derece sıcaklıkta bile penye üstüne örgü yelek giymesi demekti. Dışarı çıkarken 2 çift çorap giymesi, pantalonun içine külotlu çorap giymeden adım atmaması hele ki atletsiz kış günü geçirmemesi demekti. Öyle de oldu. Külotlu çoraptan kurtardım Allahtan çocuğu. Sadece pantalonla çıkıyoruz ama elbette bacakları soğuk mu diye ara ara kontrol etmekten alamıyorum kendimi.

Dışarısı şu an 6 derece tahmini ve ben bu havada babetle işe gelen gördüm. Üstelik etekle birlikte. Kalın çorap giydiğini sandıysanız yanıldınız. Ten rengi incecik bir çorap giymiş sadece. Biri bana açıklayabilir mi? Ben çizme ve kalın kabanla donarken bu hatunlar bahsettiğim halde nasıl üşümüyor? Üşüyor da çaktırmıyor mu yoksa? Ya da çocukluğuna mı inmek gerekir? Belki de anneleri öyle alıştırmıştır. Kışın bu havada bile mont giydirmeyip bir sweat ile çıkarmıştır dışarı. Ya da Rusya’da doğmuş ve onların gelenekleri icabı bebekken buz gibi suya sokulmuştur. Böylece kolay kolay üşümüyor ve hastalanmıyordur. Mantıklı bir açıklaması olmalı.

Çizmelerimin lastikleri gıcır gıcır ses çıkartıyor yürürken ve geçen hafta artık bu sesten fenalık duyarak ofiste yedek olarak bıraktığım babetlerimi giydim. En azından ofisin içinde bu sesten kurtulurum ve diğer insanlara da rahat veririm biraz diyerek. Fakaaaat ayağımdakileri unutup mola için dışarı çıkınca benim ayaklar 5 dakika içinde dondu, kendimi içeri attım ve ses falan umursamadan çizmelerimi geçirdim. Bu olayın da etkisiyle kışın babet giyen insanlara karşı empati yapmamaya karar verdim. Biz 2 ayrı türüz, elmayla armut gibi. Ne onlar beni anlar, ne ben onları.

HB

23 Ocak 2013 Çarşamba

Tokluk Oyunları


Açlık kavramı yetişkinler ile çocuklar için aynı şey değil. Biz açlığımıza dayanamazken çocuklar açlığının farkında bile olmayabiliyor. Anne acıktım diyerek annesine anlık mutluluklar yaşatan çocuklar da yok değil ama o kadar azınlıktalar ki bahsi bile edilmiyor bu alkışlanası grubun.

Çocuklar yemek değil oyun peşinde. Anneler de bunun bilincinde olduğu için yemek yemeyen çocuğa oyun bulma ve oyunla yemeği harmanlama derdinde. Çünkü aç çocuk mutsuz anne yaratmakta. Açken sen, sen değilsin reklamı boşa yapılmamış; fakat çocuk açken de gayet kendisi olabilmekte aslında. Aynı enerjiyle koltuğa tırmanma, hoplama, her türlü afacanlığı yapma yeteneğine sahip. Biz yemek yemek için yaşarken onlar belki de yeme aktivitesini bir zaman kaybı olarak görüyor. Çok da tın, anneden iyi mi bilecek. Anne onun iyiliğini herkesten çok isteyen en birinci varlıkken çocuğun ne düşündüğü ne kadar önemli olabilir? Yemicem, doydum gibi kelimeler ne kadar etki edebilir bir anneye?
Hele ki bir Türk annesiyseniz, tatilde havuz başında, hatta ve hatta havuzun içinde yemek yedirme potansiyeline bile sahipsiniz demektir. Çocuğun peşinden kaşıkla koşan ve muhtemelen yabancı turistlerin şaşkın bakışlarını bile o anda farkedemeyen bir anne olabilirsiniz. Hedefe kitlenmişsinizdir çünkü ve tek bir kaşık daha yedirmek sizin yüzünüzde güller açtırırken tabağı bitirtmek adeta büyük bir savaş kazanma coşkusu yaratabilir üzerinizde.

Kendimi düşünürsem, o boyutta değilim ve Eda’nın her öğününde mama sandalyesinde yemek yedirmeye gayret ettim küçüklüğünden beri. Ama oyun-yemek ilişkisini ben de kurdum çoğu zaman. Çünkü kolay yiyen bir çocuk değil. İtiraf edeyim, yazlıkta havuz başında benim de yemek yedirmişliğim var. Üstümüzde mayoların olmaması ve yemek amacıyla havuza inişimiz durumu kurtarır mı bilmem. Özellikle kalabalıkta, yemek işini iyice zorlaştırdığı için tatillerimizde yemek yeme uykudan sonraki en büyük problem oluyor. Birkaç öğünü geçiştirince de artık yesin de nasıl yerse yesin noktasına geliyorum ister istemez.

Eda’ya bakan annecim de şu günlerde o noktada. Çünkü ağzının içi ateşin ve enfeksiyonun etkisiyle çok kötü, diş etleri kızarık, aftlar rahatsız ediyor. E bir yandan da boğazı yemekle arasını iyice soğutmuş durumda. Mama sandalyesine bile oturmak istemiyormuş. Annem de mutfakta musluğu açarak, ya da leğene su doldurarak “sulu”oyunlar eşliğinde yedirmeye çalışıyormuş. Dün mutfakta uğraşmış, yememiş. İçeride önüne değişik oyuncaklar getirmiş, yememiş. Sonra aşağı kata dayımlara indirmiş, yine yememiş. En sonunda Eda isyanını açık yüreklilikle ve tane tane dile getirmiş: “Nereye götürürsen götür yemicem işte anane!”

Eda’nın oyun-yemek ilişkisini kestiği gündür. Tarihe geçsin :)

HB

22 Ocak 2013 Salı

Yumurta deyip geçme

Yanıklara müdahaleyle ilgili bir mail aldım dün. Bir yerimiz yanınca ilk iş soğuk suya tutarız, alevi geçince de krem süreriz ama illa izi kalır. Ütü, sıcak tencere gibi biz sakar kadınların sık yaşadığı ufak kazalar neyse de büyük yanıklar kötü oluyor. Mesela bizim çocukluğumuzda kalorifer mi vardı, çoğumuz kömür sobalarının olduğu odalarda geçirdik kışlarımızı. O sobanın sıcaklığını, ulaşılabilirliğini ve minicik bizleri zaptetmenin zorluğunu düşündükçe bu yaşa iyi gelmişiz diyorum. Kömür sobalarının yavaş yavaş evleri terk etmesiyle “cıs” kelimesi de eski yaygınlığını ve önemini yitirdi. Sadece sobanın kendisi değil, bir de o soba üstünde duran çaydanlık da başka bir tehlike unsuruydu. Çocukluğunda böyle kazalarla canı yanan, vücudunda hala izi duran çoktur. Bahadır’ın kardeşi bunlardan biri. Yavru 1 buçuk yaşındayken kaynar çay suyu dökülmüş eline :(

Bu tür kazalarda yumurta akı sürerseniz iz kalmaz diyor mailde. Diyelim eliniz yandı, yumurta akını ayırın ve elinizi içine batırın diyor. Ne kadar doğru bilmiyorum. İnşallah deneme gereği de duymayız ama aklımızın bir kenarında dursun.

Birkaç hafta önce benim hamarat kızım ben mutfaktayken yine tin tin yanıma geldi. Sandalyeyi tezgahın yanına çektirdi ve her zamanki yerini alarak asıl amacı olan yardım etmenin ötesine geçerek benim işimi karışmaya başladı. Onu ben koycam, kaşığı bana ver ben karıştırcam gibi. Ocaktaki tavaya gözleri dikince de uyarılarıma rağmen beni dinlemedi ve ardından beklenen oldu. Elini kızgın tavaya değdirme, bol bol ağlama. Ağlama krizi içinde yanan eli soğuk suya tutma ve yanık kremi sürme gayreti içinde bir anne. Kızın kremlerle sorununu da anlamış değilim. Popom acıyo diye ağlar, pişik kremi sürdürmez asla. Ağzının içinde hala aft var. Doktorun verdiği kremi sürebilsek şimdiye on kere geçecekti. Yarasına mehlem olmama izin vermiyor ki.

Kafamızı bir yere çarpınca şişerse ekmek tutmanın iyi geldiğini biliyorum ama yanıklar için bildiğim bir kocakarı yöntemi yoktu. Okuduğum maili sizinle paylaşıyorum. Doğruluğunu test etmemenizi dileyerek...

“Bir dostumuz sahit olmuş. Bir tanıdıkları yaz günü restoranda pizza  ismarliyor. Garson getirirken kaza ile sicak pizzayı minik bebeğin bacağinin üzerine dusuruyor.Feryat fıgan derken,çocuğu yanığa müdahale için hastaneye kaldırmak istiyorlar ve ambulans cağırırken, bir bayan müşteri hemen bana iki yumura ve iki tas getirin diyor. Herkesin şaşkın bakışları arasında yumurta akını yanığın üzerine sıvıyor, yarim saat sonra hicbir şey olmamışcasına eve gidiyor ve de yanıktan iz kalmıyor.

YUMURTA AKI....
Bu yöntem itfaiyecilerin eğitimi sırasında ders olarak verilmiştir. Bir yanık meydana geldiğinde, kapsadığı alan ne olursa olsun ilk yardım, etkilenen alanı sıcaklık azalıncaya ve deri tabakalarını yakmayı bırakıncaya kadar soğuk suyun altına tutmak ve sonrasında bu bölgeye yumurta akı uygulamaktan oluşmaktadır. Bir kimsenin elinin büyük bir kısmı kaynar su ile yandığında, duyduğu büyük acıya rağmen elini soğuk su musluğunun altına tutmuş ve sonrasında 2 yumurta kırmış, aklarını ayırmış ve çırpmış ve elini içine daldırmıştır. Eli o denli yanmış durumdadır ki yumurta akı uygulanır uygulanmaz derisi kurumuş ve yumurta akı bir film tabakası oluşturmuştur. Daha sonra bu kişi yumurta akının doğal bir kollajen (bir tür albüminoid) olduğunu öğrenmiş ve en az bir saat boyunca eline tabaka üzerine tabaka gelecek şekilde yumurta akı uygulamıştır.Öğleden sonrahiçbir acı duymaz olmuştur. Ertesi sabah yanık bölgesinde nerdeyse belirsiz bir kırmızımsı leke kalmıştır. Elinde sürekli ve feci görünüşlü bir yara izi kalacağını düşünürken 10 gün sonra geride hiçbir yanık izi kalmamış ve hatta deri eski normal rengine yeniden kavuşmuştur! Yanan bölge yumurta akında mevcut ve aslında vitamin dolu bir plasenta (etene) olan kollajen sayesinde tamamen yenilenmiştir. “


Not2:Bloga yeni yazı girerken fotoğraf yükleyemiyorum artık. Çok sinir bozucu benim için. Düz yazı okumak sizin için de sıkıcı olabilir. Umarım çözebilirim en kısa sürede bu problemi.

HB

21 Ocak 2013 Pazartesi

Yine uf olduk biz

Haftasonunun özeti: ateş, ılık duş, ateş ölçer, ıslak mendille kompres, uykusuzluk, huzursuzluk, bol kaygı. 2 güne yayılmış olarak bunlar yaşandı bizim evde. Flashback yaparak haftasonundan da öncesine gidelim. Çarşamba günü bizim oyun grubundaki annelerle bir sürü yazışmalar döndü. Konu hastayken buluşmaya getirmek veya getirmemekti. Kimisi çocuğun neşesi yerindeyse getirmek gerektiğini aksi halde buluşamayacaklarını, mikropların her yerde var olduğunu savunuyordu genel olarak. Kimisi ise hastaysa asla getirilmemeli, diğer çocuklara yazık diye düşünüyordu. Ben iki uçta da değildim. Daha doğrusu ikinci söylediğime yakın olmakla birlikte biraz daha esnektim. Eğer ateş yoksa ve hastalık, ki hastalık burada burun akıntısı ve öksürük oluyor, uzun süredir sürüyorsa yani kuluçka dönemi atlatılmışsa getirilebilir diye düşünüyordum. Ben de yanımızda bir çocuk öksürdüğünde rahatsız olanlardanım ve çok tepki veremesem de içim içimi yiyenlerdenim. Hasta bir çocukla buluşacaksak annesi bana “bulaşıcı değil” veya “uzun süredir böyle” gibi şeyler söylesin canımı yesin. Diğer türlü çok belli etmesem de rahatsız oluyorum. Elimde değil. Muhtemelen bunu Eda kreşe başladıktan sonra aşacağım ya da belki ikinci çocuk olursa daha rahat olacağım. Ama şu anda bunu çok engelleyemiyorum. İşte bu düşünceler ve tartışmalarla geçti Çarşamba günü. Sonra akşam eve gittim ve ne oldu dersiniz? Hiçbir şeyi olmayan Eda’yı ateşli buldum! Bu kadar sözünü ederek çağırdım mı hastalığı nedir diye düşündüm hatta. Ateş yükselince ilaç verdim ve ertesi sabah için doktordan randevu aldım. Geceyi de ateşli geçirince sabah doktorda aldık soluğu. Eda ile ikimiz...Doktor muayene etti ve ne kulakta ne başka yerde bir şey göremedi. Boğaz kültürü, idrar ve kan tahlili yaptırmamızı istedi. Yavrukuşun parmağından kan aldılar. Zor zar idrarı da tahlile gönderdikten sonra Eda’yı anneanneye bırakıp sonuçları beklemek üzere hastaneye gittim.  Sonuçların hepsi temizdi, ateş yapacak hiçbir şey yoktu ortada. 3 gün daha beklememiz, ateş olması durumunda ilaç vermemiz ve Cumartesi hala ateşli devam ederse tekrar kontrole gitmemiz istendi. Cumartesi doktordaydık tabi. Bu kez teşhis kondu: boğaz enfeksiyonu. Ateşi 40 dereceydi doktor ölçtüğünde. Hasta biriyle yan yana gelip gelmediğini sordu ve cevabı duyunca çok söylendi. “Getirmesinler hasta hasta!” Antibiyotiğe başladık aynı gün. Ateş 3 gün daha sürebilir. Daha uzun devam ederse yine getirmelisiniz dedi. Bugün 3.gün ve gece yine ateş vardı. Dua ediyorum ki bugün geçsin ve hastalığın iyileştiğini görelim az biraz.

İlk kez böylesine inatçı bir ateşle karşılaştık. İlaçların bile fayda etmediği zamanlar oldu. Ilık duşa soktuk, tüm gece mendillerle alnını soğutmaya çalıştık. Çok hırpalandı kuzum. Huy değiştirdi her hastalıkta olduğu gibi. Antibiyotikle birlikte normalde içtiği ilaçlardan da tiksindi ve çoğu zaman ağzını tutarak içirmek zorunda kaldık. Yemek yemedi doğru dürüst. Boğazının kötü oluşu yetmiyormuş gibi muhtemelen enfeksiyon yüzünden diş etinde ve ağzının içinde çıkan aftlar da kabusumuz oldu. “Dişim çok acıyor anne” diye günde hiç değilse 10 kere ağlamıştır. Bu kadar düzensizlik, kuralsızlık içinde bir şey daha oldu tabi; Eda benim yanımda yatmaya alıştı. Sanırım öyle oldu, galiba ile kesin arasında bir şey. Hastalık bitince eskiye döner mi emin değilim. Ne yeme düzeni ne uykusu hiçbiri umrumda değil. Sadece iyileşmesini istiyorum. Azıcık gülsün diye yapmadığımız şebeklik kalmadı, oyuncaklar aldık mutlu olsun diye. Zor hastalığın en miniği bile.

Bu yüzden hasta biri çocuk yanına giderken veya çocuğunu böyle bir ortama sokarken iki kere düşünmeli, aynı şeyleri başka bir çocuğun daha yaşıyacağını bilerek hareket etmeli. Çok hassasım biliyorum ama bu hastalıktan sonra bu hassaslıkta devam etmeye karar verdim. Evet okulda zorunlu olarak hasta çocuklarla oynayacak. Kaldı ki oraya da ateşli halde göndermemeli anneler ama dikkat etmeyen çok oluyordur. Ama en azından kontrol edebildiğimiz yerlerde daha dikkatli olabiliriz. Her gün gidilen okul ile bir arkadaş görüşmesi aynı değil.

Son olarak; bir karar aldım. Nedenini anlamadım ama Eda boğaz enfeksiyonu olmasına rağmen çok öksürmüyor. Yine de hastalıkların öksürme yoluyla çok kolay bulaştığını düşünürsek ben dediğim gibi bir karar aldım. Çocuğa her şeyi öğretmeye çalışıyoruz ufak yaşta. El yıkamasını, ayakkabısını giymesini, üstünü değiştirmesini, kendi başına yemek yemesini, bale yapmasını, ingilizceyi, vs vs. Peki öksürürken ağzını kapatmasını öğretemez miyiz? Bence en az diğerleri kadar önemli bu da. Çocuktur unutur, o anda aklına gelmez. Yetişkinlerde bile çokça görüyorum, havaya öksürüyorlar. Çocuk da unutabilir ama öyle yapması gerektiğini bilirse alışkanlığını da kazanabilir çok rahat.

Üstümüze düşeni yapalım, sonra da dua edelim de hasta olmasınlar. Mutlaka olacaklar, hangi çocuk hasta olmadan büyüyor? Ama az olsunlar hiç değilse. Daha yuvaya başlamadan bu kadar sık antibiyotik kullanmak zorunda kalmasın bu minikler. İyi olsunlar.

HB

15 Ocak 2013 Salı

Nereleri Görmeli

Tam kışın göbeğinde, yaz tatilini plansak mı diye düşünmeye başladım. Ne de olsa tüm sene 1 haftalık tatilin taksitlerini ödeyen bir milletiz biz. Bana da bu yakışırdı doğrusu. Aslında bu kadar erken planlamamın nedeni belirsizlik. Ne nereye gideceğimiz belli, ne de nasıl gideceğimiz. Ben de ihtimalleri değerlendirirken bir de yazılı düşüneyim dedim. Hem de önerileri, fikirleri olan varsa duymak istedim. Gezi bloglarının hepsini okumak istiyorum ama vakitsizlikten yapamıyorum. Bu arada yurtiçi tatilimiz belli, annemlerin yazlıktayız kısmetse. 4-5 günlük bir yurtdışı turu yapma niyetindeyiz bunun haricinde. Bahadır’ın başının eti yenmiş halde olduğundan artık bu yılki tatil planlarına almak zorunda kaldı.

Önce nasıl gideceğimize karar vermeli. Çünkü bu gidilecek yeri de etkiliyor.

Eda’yı anneanneye bırakacaksak tur şirketiyle gitmek en mantıklısı. Aksi halde boş boş dolanacağımıza ve birçok önemli yeri gezemeden geleceğimize eminim. Eda bırakılacaksa gidilecek ülkede sınır yok. Keyfimize göre hepsi olabilir. Ama sorun şu ki biz Edasız gitmek istemiyoruz. Evet daha çok küçük, keyif alamayacak belki ama onsuz gidince ben de keyif alabilecek miyim emin değilim. Burcu’nun Fas tatilinden sonra da bir kat daha cesaret geldi bana.  Çok pis kaşındığımızın farkında olsam da Eda’yı bırakıp orda hep onu düşünüp konuşmak yerine yanımıza onu da almak istiyorum. Tabi öyle olunca bütüüüüün planlar değişiyor. Mesela turla gitme fikrinden vazgeçiyoruz; çünkü o kadar yolculuğa, şehir şehir gezmeye imkan yok. Var da, bu denli yorucu olsun istemiyoruz. Zaten çocukla en basit tatil bile yorucu. Tek bir şehre gidelim, dolu dolu orada gezelim diyoruz. En fazla iki. Turla gitmeyeceğimize göre de öncesinde çok iyi araştırma yapıp tüm gezilecek yerleri, kalınacak otelleri ve hatta kiralanacak arabayı belirlememiz gerekiyor.

Barcelona

Listenin en güçlü adayı Barcelona. Çünkü haziran gibi gitmeyi düşündüğümüzden hem yaz turizmi yaparız hem de gezilecek yerlere vakit ayırırız. Çok turistik ve canlı bir şehir. Bol bol fotoğraf çekerim, Eda izin verdiği ölçüde. Denize girebilir miyiz emin değilim, o da mümkünse şahane olur. İspanya’ya karşı ayrı bir ilgim var. Hem İspanyolları hem de ana dillerini çok seviyorum. Aslında İspanya denince en çok gezmek istediğim yer Endülüs bölgesi ama tarihi dokusunu Eda ile giderek ne kadar öğrenebilirim ve görebilirim? Kararsızım demiştim.



Amalfi, Positano (İtalya’nın güney kıyıları)

Fotoğraflarda kartpostal gibi duran bu yerler benim ilgimi çekse de Bahadır daha önce gittiği için sıkılacağımızı söylüyor. Buralara yakın neresi var diye düşündüğümüzde aklımıza bir tek Napoli geliyor ki özellikle gezmek için gidilecek bir yer değil. İtalya dediğimde görmek istediğim yerler çok. Venedik, Floransa, Pisa, Roma ve tabii ki Vatikan. Fakat İtalya’ya gitmişken bunların hepsini aradan çıkarmak gerekir ve bu benim başta söylediklerime ters düşüyor. Biz bir anda bu kadar yer gezemeyiz. Dolayısıyla bu yıl için İtalya’yı elesek mi acaba?

Rio de Janerio

Gitsem Brezilya’ya ve kahve kokusu sinse üstüme :) Rio De Janerio, hep bu Kurtarıcı İsa Heykelini içeren fotoğrafla aklımıza kazınmıştır. Sırf bu manzarayı dünya gözüyle görmek için bile gidilebilir ama fotoğraftaki merdivenleri görünce oraya kucakta bir çocukla çıkmanın imkansızlığını anladım.

Londra

Londra’da arkadaşım var aslında, Uncle Michael ve sürekli davet ediyor bizi; fakat nedense İngiltere benim en az merak ettiğim Avrupa ülkeleri arasında. Çok soğuk ve sevimsiz geliyor. Mutlaka ki öyle değildir ama bende yarattığı his öyle. Sanki İngiltere’ye gezmeye değil de dil öğrenmeye falan gidilir sadece. Direkt eliyorum listemden.

Phuket

Bir çılgınlık yapmamıza ramak kalmıştı. Phuket’e 10 saat sürecek uçak yolculuğundan sonra hem de bu ayın sonunda gidiyorduk az daha. Arkadaşlarımızın peşine takılıp...Mutlaka çok güzel bir tatil olurdu, şimdi tam Tayland mevsimi ama yolculuk gözümü korkuttu. 2 saatlik Balıkesir yolu bile Eda ile hiç kolay olmazken 10 saat onu oyalamak yemedi.


Güçlü aday Barcelona ama belli olmaz, fikrimiz değişebilir. Sizin de yorumlarınızı bekliyorum.

HB

9 Ocak 2013 Çarşamba

Pi’nin Yaşamı (Life of Pi)

Yönetmen: Ang Lee
Senaryo: David Magee, Yann Martel (roman)

Bir yazara anlatılan bir hayat izliyorsunuz filmde. Yaşadığı kaza ve hayatta kalma mücadelesi, bu mücadele esnasında bulduğu çözümler çok çok güzel anlatılmış. Başına gelenler insanı zaman zaman gerse de hikayeyi anlatan kişi kendisi olduğu için Pi’ye bir şey olmayacak rahatlığıyla seyrediyorsunuz.  Yine de bazı sahnelerde filmin ana kahramanlarından olan Richard Parker isimli Bengal kaplanı sayesinde yerimden sıçramadım değil. Pi’nin Allah ya da Tanrı ya da Tanrılarla, dinle arasındaki ilişki de güzel ifade edilmiş.
Filmin en sevdiğim tarafı da görselliği oldu. Daha ilk dakikalarında gösterilen hayvanat bahçesi ile böyle olacağını tahmin ediyorsunuz zaten. 3D olarak izlediğim en güzel filmlerden biri diyebilirim. Özellikle filmin çok büyük bir kısmı denizde geçtiğinden balıkların yüzdüğü bölümler 3D’de muhteşem göründü.
Filmin sonu belli diye düşünmemek lazım. Sonu geldiğinde hiç de öyle olmadığını anlıyorsunuz. Ben Çinlilere anlattıklarına inananlardanım çünkü.

Bu kısmı filmi izlemeyenlerin okumamasını öneririm.

****

Gemiden bir tek Pi’nin kurtulması bana çok olanaklı gelmiyor. Tamam, odalarında uyuyanlar gemiden atlayamamış olabilir ama aşçı ve gemideki birkaç kişi daha panik halindeydi. Pi’yi tekneye attılar, kendileri nasıl bir anda yok oldu? Bu sorular bana Pi’nin anlattığı diğer hikayenin gerçekliğini gösteriyor. Aslında tüm yol boyunca teknede yalnızdı. Kaplan ardına bakmadan kayboldu elbette, çünkü aslında kaplan orada değildi. Bilinç altındaki “hayvanlarla dost olamazsın” cümlesi hayali hikayesini böyle bitirmesine sebep oldu.

Eğer bu varsayım doğruysa başka bir soru geliyor aklıma. Annesi nasıl kurtuldu? Geri döndüğünde annesini kurtarmış olabilir. Yüzme bilmeyen babasını alamamış olması da mantıklı ama abisi neden kurtulamadı bu durumda?

****






Güzel filmdi, iyi ki gitmişiz. Mutlaka 3D izlemenizi öneriyorum. İlk filmi olmasına rağmen muhteşem bir oyunculuk sergileyen Suraj Sharma’yı da kutlarım ayrıca.
Fragmanda duyduğumda sevindiğim Paradise şarkısı filmde de çalar diye bekledim. Duyamamak biraz hayal kırıklığı yarattı. Tek eleştirim bu.

HB

8 Ocak 2013 Salı

Büyümek İyidir


Taze bir annenin en çok duymaya ihtiyacı olan şey her şeyin daha güzel olacağıdır. Minik bebeği ile geçirdiği zor ve deneyimsiz günler bir gün bitecek ve her şey git gide kolaylaşacak mıdır? Lütfen birileri öyle olacağını söylesin! Buna inanmak ister anne. Duymak ve inanmak istediği buyken bazı patavatsız ve negatif kimseler, belki de doğrucu davutlar gelir pat diye umudunu kırıverir: Daha bu ne ki. Büyüdükçe zorlaşıyor her şey. Bunlar iyi günlerin. Bak bir yürümeye başlasın görürsün. Bak bir okula başlasın asıl zorluk o zaman. Ne yani onca gaz sancısı, ağlamalar, derdinden anlama çabaları, uykusuzluk, vs bunların tümü aslında zorlu annelik serüveninde alt basamaklarda mı kalıyor?

Hayır efendim, hiç de öyle değil. Minik bebeği kucağında güzel şeyler duymak istediği belli olan anne arkadaşlarıma hep aynısını söylerim: Büyüdükçe daha kolay oluyor her şey. Sen ona alışıyorsun, dilinden anlamaya başlıyorsun. Onun aklı ermeye başlıyor. İlk aylar en zoru, 1 yaşın ardından farklılaşıyor, kolaylaşıyor.
Yüzde yüz doğru mu? Aslında söylediklerim doğru ama tam değil belki. Kolaylaşan tarafları çok olduğu gibi zorlaşan yönleri de oluyor. Denge hiçbir zaman bozulmuyor. Mesela;

Eda’ya küçükken yemek yedirmek, daha doğrusu oyunla ağzına iki lokma tıkmak daha kolaydı. Anne-bebek dergilerini açardık, oradaki resimlerle oyalanır, dikkat oradayken yemeğimizi bir güzel mideye indirirdik. Çoğu zaman etkili bir yöntemdi dergi eşliğinde yemek. Şimdi öyle değil.
Bir çocuğun konuşmaya başlamasıyla tepe taklak oluyor alışkanlıklar. Evet, konuşması tarifsiz bir güzellik. Sevimlilikte üstlerine yok ama hep güzel şeyler çıkmıyor ki bu dudaklardan. Yemicem-giymicem-istemiyorum ve bunun gibi her türlü itiraz da alıp başını gidiyor. Bir kez “doydum” dediğinde tek bir kaşık daha yedir yedirebilirsen. Doydum da doydum. Yemeğin sonuna doğru geldiğinde karşı çıkamam da, daha 2.kaşıkta doydum diyorsa nasıl itibar edeyim sözüne! Ama mecbursun, artık konuşmaya başladı ya başkası ona istemediği bir şeyi asla yaptıramaz. Kendi kararları var.

Daha dün gece başıma geldi. Yatağına yatırdım, her zamanki gibi elini tuttum, yanında bekliyorum uyumasını. Bir o yana döndü, bir bu yana. Uyumıcam diye kalkmak istedi. Saatin geç olduğunu söyledim. Biraz geçti “sizin yatakta yatıcam” dedi, onun üstüne “baba beni kucağında uyutsun” buyurdu. Şimdi görevim belli, sadece orda kös kös oturup el tutmak değil tabi. Yatağa yatma ile uyuma arasında geçen sürede ne taklalar atıyorum. İçinde “baba”, “kucak” ve “yatak” geçen cümleler kullanmadan Eda’nın dikkatini başka bir yere çekmek en önemli hedefim. Bunlardan birini kullandığım an yandım. Çünkü papağan gibi tekrarlayacak yaptırana kadar. Dikkati bunlardan uzaklaştırdığım an asıl mesajı verebilirim: gece oldu, uyku saatin geldi. uyuyup dinlenip büyümen lazım.
“Baba kucağına alsın” ne alaka demeyin. Koca kız ama hala böyle de bebekleşebiliyor. Kabahatliyi biliyorum elbette. Cümle içinde geçen şahıs tahmin ettiğiniz gibi. Geçen gece yine 2 ya da 3 yaş sendromundan nasibini almış “pijamamı giymicem, tuvaletimi yapmıcam, uyumıcam” diye beni delirtirken gündüz uykusunu atlamış bir çocuk gecenin bu saati nasıl uykuya direnir diye anlamaya çalışmaktan vazgeçtim, restimi çektim ve ikisini baş başa bırakarak odaya gidip uyudum. Eda’dan önce yatmanın yarattığı saadetle uyurken olanlar olmuş ve babası Eda’yı kucağında uyutmuş. 1 kez yapılan şeyi unutur mu bu minik beyinler? İmkansız. İşte büyümenin bir diğer zorluğu.

Kucak demişken; eskiye göre kucaklamak da bir mesele artık. Hele ki üstü kalınsa montunu giymişse kollarım kopuyor. Sabahları uyurken çıkmamız gerektiğinde kucağıma almak zorunda kalıyorum. Uyanıyor gerçi üstünü giyerken ama hiç o halde ayakkabı giyip yürüyesi olmuyor belli. Gözlerini zor açarken iş anneye düşüyor tabi. Babadan medet ummak olmaz, onun görevi farklı; önden gidip arabayı ısıtmak.

Son bir şey anlatayım.
Akşam Eda ile soğuk-sıcak oyunu oynuyoruz. Gözlerimi kapatıyorum ve Eda oyuncağını bir yerlere saklıyor. Tabi ya içine koyacağı çekmeceleri patır kütür açtığı için ya da koltuğun arkasına saklarken küt diye yere fırlattığı için gözüm kapalı da olsa nereye sakladığını anlayabiliyorum. Sonra açıp “aa nerde acaba”, arayışlar ve bulunca şaşırmanın ardından sevinç çığlıkları. Sıra Eda’ya geliyor, gözlerini kapatıyor elleriyle ama parmaklarının arasından izliyor nereye koyacağımı. Sonra açıyor ve gözü oyuncağın saklı olduğu yere gitse de başka tarafa yöneliyor, acaba nerde ki diyerek arıyormuş gibi yapıyor. Şaka mısın sen? Nasıl biliyorsun bizim de yerini bildiğimiz şeyi aradığımızı? İşte büyümesi böyle de güzel bir şey.

HB

3 Ocak 2013 Perşembe

Kavga Gürültü

İki çocuğun kavgası halinde nasıl davranmak gerekir? Müdahale etmeli mi yoksa karışmayıp kendilerinin çözmesi mi beklenmeli? Müdahale edilecekse nasıl bir tutum sergilenmeli?
Çocuklar kardeşse annenin işi biraz daha kolay. Kadıncağız bu kavgalardan bıkmış durumdadır mutlaka, o açıdan zor ama en azından kendi çocuğun ve çekinmeden, karşı taraf alınır korkusu yaşamadan yaklaşabiliyor olmalısın olaya.

Yaşlar küçükse illa ki müdahale gerekiyor. Adı üstünde çocuk bunlar ve bir yetişkin onları ayırmadan kavgayı bitirmeleri çok zor. Kavgaları da genelde hep aynı sebepten: paylaşmaMA duygusu. Milyon tane oyuncak da sersen etrafında hep gider başkasının elindekine göz diker, onu alana kadar da rahat vermez. Biraz da biz yapıyoruz çocukları böyle. Elindekiyle yetinmesinin gerekli olduğunu öğretemiyoruz. Bolluğa boğuyoruz. Mesela Eda dergide, televizyonda, gördüğü her oyucak reklamından sonra “ama benim öyle yooook” diye Küçük Emrah moduna bağlıyor. Ardından da beklenen soru tabi: bana öyle alır mısın anne? Benim cevabım “hayır alamayız kızım, her oyuncaktan almak zorunda değiliz, zaten bir sürü var sende, bıdı bıdı” oldukça da etrafımda o an olanların tepkisi aynı oluyor: alırız de geç. Çünkü o an diyalog bitecek ve sorun çözülecek. Peki ya ikisinin etkisi aynı mı çocuğa? Ben bildiğimi ve inandığımı yapıyorum. Böylece yalan da söylememiş oluyorum. O an kızacağını bilsem de dürüst olmak istiyorum. Ama dünyada sadece o ve ben yokuz. Çevresindeki diğer insanların tepkileri de önemli.



Neyse, benim asıl konum oyuncak kavgaları. Haftasonu gittiğimiz oyun grubunda, Eda’nın arkadaşı gelip elindeki şeyi almaya çalıştığında ve bizimki de vermemek için sıkı sıkı tutunca arkadaşı ağlamaya başladı. Ama pes de etmiyor, ağlarken çekmeye devam ediyor. Bu sefer Eda da başladı ağlamaya. 2 tane ağlayan çocuk, ortada 1 oyuncak ve onu çeken 2 el. Ne yapmalı? Bu manzarayla çok karşılaşır oldum ben şu ara ve ne yapacağımı şaşırıyorum karşılaştığım anda. 2 seçenek var:

1.Eda’ya elindekini arkadaşına vermesi gerektiğini söylemek. “Bak sen sonra oynarsın,arkadaş biraz oynasın, sonra sana verecek zaten.” Ben bunu söyledim birkaç kere ve aslında baktığımda yanlış olduğunu görebiliyorum. O anın karmaşasında ağzımdan kaçan cümlelerdi. Yanlış; çünkü bu paylaşmayı öğretmek değil. Onu yapmayı istemediği bir şeye mecbur bırakmak. Ortada dünya kadar oyuncak varken gelip başkasında olana saldırmayı da meşru kılmış olmak demek.  Çocuk elbette ki bundan anlamaz. Kendi anlamaz ama ebeveyni bunu anlatabilir. Birisi anlatabilir.

2.Arkadaşına şu an o oyuncakla Eda’nın oynadığını ama biraz oynadıktan sonra kendisine vereceğini anlatmak. “Eda sen biraz oyna ve sonra arkadaşına ver, bak o da oynamak istiyormuş”ya da birlikte oynayabilecekleri bir şeyse ortak bir oyun bulmak olabilir. Ben artık bu yöntemi uygulamaya karar verdim. Umarım karşı taraf ve anneleri beni yanlış anlamaz ama “bak sen ablasın, o senden küçük” gibi ifadeler hem daha kendisi de çocuk olan ‘abla’ya gereksiz bir sorumluluk yüklüyor hem de yaşça birkaç ay bile olsa küçük olan ‘kardeş’i gereksiz yere ezmiş oluyor.

Babamızın ise bu konuda değişik, aslında tam babalara yakışan bir yöntemi var. “Elindekini almaya çalışanları ittir sen de!” :)

Şimdi her an yanındayız; biz veya anneannesi ama yarın okula başladığında daha farklı olacak. Siz ne diyorsunuz bu kavga anlarıyla ilgili?

HB

2 Ocak 2013 Çarşamba

Limon

H: Eda, limonu çok mu seviyorsun sen ekşi ekşi?
E: Evet.
H: Ben de seni çok seviyorummmm.
E: Ben de mi ekşiyim anne?

Tümdengelimini sevsinler senin!




Eda’nın önüne iki şey sunsan, biri tatlı biri ekşi..İkisinden ekşi olanı seçer mutlaka. Yemek esnasında masada limon görürse anında yemeği bırakır başlar limon yalamaya. Şimdi de nezle ya, özellikle ben veriyorum. Yalasın da biraz C vitamini alsın diye. Bir de çaylarına ilave ediyorum. Salatanın suyunu (kendi söylemiyle “calatanın cuyu”) yemeden olmaz. Bamya ve kerevizin en sevdiği sebzeler arasında olduğunu söylememe gerek yok herhalde.
Limon böylesine önemli bizim hayatımızda.

HB

Popüler Yayınlar

Recent News