http-equiv='refresh'/>

27 Eylül 2013 Cuma

Eylül ayı hastalık seyri

Hastalıklara hızlı bir giriş yaptık. Hızlı da bir çıkış olsa ne güzel olurdu. Eda’nın ateşli, kusmalı boğaz enfeksiyonundan sonra neyse ki antibiyotik iyi geldi. Birkaç gün süren ishalle mikropları attı çok şükür. Evde biri hastalanınca mikrop sıçrayıcı bir tavırla herkesi dağıtıyor. İlk kurban bendim. Ama işin aslı benimki Eda’dan sıçramadı. Ya ofisteki griballerden ya da toplantıda klimayı 15 dereceye ayarlama cüreti gösteren çalışma arkadaşlarım sayesinde, bilmiyorum, çok fena nezle oldum. Burun çeşme, baş kazan 1 haftaya yakın süründüm. O haldeyken bir de İstanbul seyahati yaptım. Dinlenmeden iyileşme süresi az uzadı. Nezle bulaşmazsa rahat edemez. Tam İtalya seyahati öncesi Bahadır kaptı bu kez şifayı. Benimkiyle birebir aynı. Suçlu tamamen belli yani. Hadi nezlenin süresi belli, 1 hafta veya ilaçla 7 gün. Ama artık hayatımızda okul var ve Eda orada türlü mikropla karşılaşma ihtimaline sahip. Dün baktım öksürük başlamış. Hemen bal, mesir macunu, çay üçlemesi ile rahatlatalım biraz dedik ama ne yaparsak yapalım bu kış böyle geçeceği şimdiden belli oldu. Allah beterlerinden korusun.




Eylül ayı hastalık seyrimiz böyle. Ekim-kasım ve devamında aşağılarda düz çizgiler olsun inşallah.

HB

26 Eylül 2013 Perşembe

Süslü Eda okulda acaba neler yapıyor

Okulla ilgili soru sorulduğunda konuyu kısacık cevaplarla kapatan ya da hiç sallamayan çocuklardan bir tane de bende var. Aslında servisle anneme geldiğinde yine yediği yemekten, yaptığı şeylerden çok az bahsediyormuş ama ben eve gidene kadar olay soğuyor mu benimle konuşmak istemiyor mu bilmiyorum hiç ağzından laf alamıyorum.

-Okul nasıldı Eda?
-Güzeldi.
-Neler yaptınız bugün?
-Bilmiyorum/Unuttum.

Diyaloglar hep bu şekilde. Sadece olur da laf arasında kendi bir şey söylerse öğrenebiliyorum. Geçen gün baktım şarkı mırıldanıyor “sağ elimde 5 parmak, sol elimde 5 parmak, say bak, say bak”. Okulda öğrenmiş, bana hareketleriyle birlikte gösteriyor. Sanki kocaman bir salonda kızım bana gösteri yapıyor gibi seviniyorum. Abartmakta üstümüze yok biliyorum ama o an öyle hissettim.

Dün de annem, ben, Eda arabadayız. Radyoda Rafet El Roman çıktı, bir kadınla düeti var ya o şarkı. Eda “bu şarkı bizim serviste çalıyor hep” demez mi :) Çocuk şarkılarını okulda, pop şarkıları serviste öğrenecek demek ki. Neyse açtıkları müzikten çok serviste güvenliği sağlamaları önemli. Kemerini her gün bağlasınlar, benim için bu yeterli.

Bu arada Eda’dan laf alamıyorum dedim ya okulun iletişim koordianatörü, birtanecik öğretmenimiz sağolsun her gün bana özet bir mail geçiyor. Eda’dan haberler veriyor, bazen arkadaşıyla çekilmiş bir fotoğrafını gönderiyor. Eda’nın keyfi yerinde yazılıysa mailin içinde bir yerde benim de keyfim artıyor. Günde 2 kere arayıp konuşmaya o kadar alışmışım ki gün içinde Eda’dan bu şekilde haber alabilmek benim için iyi oluyor.




Okula gitmek istememeler devam etse de şiddetini epeyce azalttı çok şükür. Şimdi de başımız kıyafetlerle dertte. Öyle giysiler seçiyor ki sanırsın okula değil bayramlaşmaya gidiyor. İşte aynı resimdeki model giysilerimiz. Mutlaka bir külotluçorap, sonra etek veya elbise. Oysa ben okul için bir sürü tayt, eşofman almıştım. Şimdi ise bu huyunu bildiğim ve korkarım ki uzun süreceğini tahmin ettiğim için rahat etek ve elbise arayışlarındayım. Formalı günleri sabırsızlıkla bekliyorum şimdiden. Forma tam bir anne dostu, hangi akla hizmet kaldırmak istiyorlarsa…

HB


25 Eylül 2013 Çarşamba

Evde Tek Başına

Diğer aile üyeleri nerde derseniz biri çoook uzaklarda İtalya’da, miniği de anneannesinde. Ben eve postalandım; çünkü annemlerde bulunan ekstra yatak evden gönderildi. Oda yeni koltukları beklemekle meşgul ve bomboş. Bana yatacak yer yok. Hep beraber bize de gidemedik çünkü ,bu olay Pazar akşamı oluyor, Pazartesi sabahı erkenden İstanbul’a gitmek için feribota koşmam gerek. Neyse mecburiyetten Pazar akşamı boynumu bükerek evime gittim. Ev Edasız, Bahadırsız çok boş ve sıkıcı. Allah onların eksikliğini göstermesin.

Duşumu aldım, valizimi hazırladım. Biraz televizyon keyfi yapayım sonra saçlarıma fön çeker yatarım dedim. Bir tane dizi buldum, onu izlerken çat elektrikler gitti. Her yer zifiri karanlık. Aklıma ilk gelen manyakça düşünceyi göndermeye çalıştım. “Acaba sadece bizde mi kesildi” Hemen alt komşuyu aradım, onlarda da gitmiş iyi. Zaten sonra kafam çalışınca balkona çıkıp dışarıya bakmak aklıma geldi. Yine de hiç hoş olmamıştı bu iş. Biraz bekleyeyim bari, gelir zaten hemen dedim. Aksi gibi telefonun da şarjı annemde kalmış ve bitmek üzere. Candy Crushım da beni yalnız bıraktı. Çünkü azıcık oynasam şarj bitecek sabah feribota yetişmek de hayal olacak.

Böyle beklemekle olmayacak, en iyisi yatayım hem dinlenirim diyerek telefonun ışığıyla odama gittim. Saçımın fönü de yarına kalmıştı, ohh alarmı al 15 dakika öne. Yattım ama bu sefer de uyuyamıyorum. Hem saat erken hem burnum tıkalı. Burnumdan nefes alamazken uyumam imkansız gibi bir şey. Bu arada odamın kapısını da kapattım. Evde yıllardır yalnız kalmamışım, biraz korktum diyelim. Ama bir yandan da elektrik gelince kalkıp ışıklara baksam diyorum. Uyuyamadığım için bir türlü her türlü düşünce geçiyor kafamdan. En kötüsü de geçen hafta tekrar izlediğim “Hannibal” en cani sahneleriyle aklıma geliyor. Ne manyaklık! Onu da attım hadi bir şekilde kafamdan, tam uyumak üzereyken çat elektrik geldi ve tüm aletlerden bir ses çıktığı gibi benim kapatmak yerine açtığım oda ışığım da parladı birden.

Uykumda hayır kalmadığına mı yanayım böyle olacağına annemde yer yatağı yapıp yatmadığıma mı bilmiyorum. Ertesi gece oteldeki uyku performansım da çok farklı değildi. Bu aralar Eda yüzünden değil, kendi kendime öyle bir uykusuzum.

Pazartesi-Salı İstanbul’da çok hızlı geçti, daha bu haftadan bir şey anlamadım. Haftanın ilk gününü yaşıyor gibiyim, iyi haftalar herkese.

HB

16 Eylül 2013 Pazartesi

Okul başlar da hastalıklar başlamaz mı!

Cumartesi sabahı gözümüzü açtık, Eda alev alev ateşli. Tüm vücudu yanıyor. Ateşten korkan panik anne ben hemen ateş düşürücü şurup verdim. Şansa da haftasonu doktor amcası Gökhan bizdeydi. Boğazına baktı hemen ve tam tahmin ettiğim gibi kızarmıştı. Bu sefer hemen ıhlamura sarıldım. Bol bol çay yaptım. Ateşi de hemen düşmüştü neyse ki ama üzerindeki halsizlik hemen fark ediliyordu. Öğlen uykusunu bırakmış olmasına rağmen daha saat 11 olunca uyuyakaldı dinlendiği yerde. Yarım saat kestirdikten sonra şiddetli bir kusmayla uyandı. Üstü başı, saçları, çarşaflar her yer battı. Kokuya karşı da pek hassastır, hızlı bir şekilde temizleyip hemen hastaneye koştuk. Doktor beklediğim cümleleri söyledi tabi. Okula başladığı yıl sık hasta olması normalmiş vs vs. Hafif bir antibiyotik eşliğinde gönderdi bizi. Direkt anneme götürdük, çünkü öğlen okulda öğretmenleriyle randevumuz vardı. Birebir görüşmemiz. Eda hakkında öyle güzel şeyler söylediler ki yazmasam da gurur duydum kızımla diyeyim siz anlayın. Çok iyi gözlemlemişler Eda’yı. Tüm gün birlikte olunca kilit noktaların bir çoğunu yakalamışlar. Eda okulda o kadar iyi vakit geçirmesine rağmen sabah nasıl bu kadar yaygara yapabiliyor anlamış değilim. Her sabah “ananeme gidicem” diye uyanıyor. Evde bırakıp işe gitseydim eminim daha kolay olurdu ama her gün bir yere giderken bir anda farklı bir yere gitmeye başlaması onun için çok zor oldu. Neyse, sabır.

Yaygaranın en büyüğünü haftasonu hasta nazıyla birlikte yaptı. İstekler, istekler. Ağrılar.. Karnım ağrıyor, dişim ağrıyor,….Sonra babası hava almaya çıkarınca nasıl oluyorsa bütün ağrılar bitiyor ve babayı parka sürüklüyor doğruca. Evde hasta olan çocuk parkta gayet sağlıklı. Tabi eve dönünce eski haline dönüyor hemen.
Bu arada kendime de ufak bir özeleştirim var. Ben ne zaman ne konuda “oh be” diye düşünmeye başlasam çok değil birkaç saat sonra düşündüğümün tam tersi oluyor ve “off ya” olarak değişiyor. Mesela ilacını kendi içmek isteyince “eskiden ne zordu, içmek istemezdi zorla içirirdim” diye düşündüm ve sonraki ilaç seansında kesinlikle ilaç içmeyi reddetti. Yine aklıma getirdiklerimi yaşadık.
Sonra yemek konusu..iyi bu ara diye düşündüğüm an sonraki öğünde arıza çıkarır. Mavi gözlü de kötü niyetli de değilim ama nazarım değiyor işte kendimize. Artık bunu bilerek davransam ya da düşünsem iyi olacak. Hadi iyisin kızım, yine suçu kendim üstlendim bak, sen kuzu gibisin maşallah.

Doktor Pazartesi ateşi olmazsa okula gönderebileceğimi söylemişti. Çok şükür ki olmadı. Okulda her gün biri sınıf başkanı oluyormuş. Cuma Eda başkan olmuş. O gün gelmeyen arkadaşını biliyordu yoklamayı o aldığı için. Allahtan bugün geri kalmadı okulundan. Bu sene hastalık çok olacak diyorlar, umarım öyle olmaz ama, devamsızlık olacaktır bol bol. Yine de tam alışma dönemindeyken böyle haftasonuna denk gelmesi iyi oldu. Dinlenip ilaçlarını alınca toparladı epeyce.

Bugün okullu olmayan kalmadı artık. Sabah trafikten belliydi okulların açıldığı. Annelerin gözü aydın, özellikle de ev hanımlarının. Çocuklara da bol başarılı, sağlıklı günler. Ne kadar şanslı olduklarının şu an farkında değiller ama bir gün okulları bitip çalışma hayatları başladığında anlayacaklar.

HB

13 Eylül 2013 Cuma

Ey insanlık tehlikenin farkında mısın!

Sibel Can’ın oğlu giyim tarzıyla çok konuşulmuş. Bu fotoğrafı gazetede gördüğümde mide bulantısıyla karışık duygularımı tarif etmem zor. Ona özgü olmalı, sonuçta çevremde hiç görmedim böyle bir moda diye düşünmüştüm. Pardon, çok benzerini İspanya’da görüp çocuğun Türkçe konuştuğunu duyunca da epey şaşırmıştım ondan önce. Neyse, bu şokların üstünden biraz süre geçince bu sefer Cengiz Abazoğlu’nun bu Engincan mı artık ismi neyse onun giyimini çok beğendiğini, kendisine tam not verdiğini falan anlatan bir haber okuyunca (yok sadece magazin sayfalarını okumuyorum, yanlış anlaşılmasın) eyvah dedim bu şey moda oluyor.


Hayır renkli pantolonlara yeni yeni alışmaya başlamışken bu kadarı biraz fazla gelecek bana. Pantolonun ötesinde ayakkabılar da ayrı kötü. Tam bir kepazelik. Bizim delikanlı Türk erkeği böyle giyinmez diye bir tesellim vardı ama bugün gazetenin ana sayfasında Cem Yılmaz’ın bu fotoğrafını görünce artık şokun ötesine geçip kabulleniş yaşamaya başladım. Sanırım sokakta kısa ve dar paçalı skinny pantolon giymiş erkeklere bir süre sonra gözümüz alışacak. Hiç değilse babeti sadece biz bayanların tekeline bıraksanız!
İstanbul’da durum nasıl bilmiyorum ama Allahtan bizim buralara henüz bu moda uğrama cesaretini göstermedi.

HB

12 Eylül 2013 Perşembe

Dedem ve mangal


Benim canım dedem eskiden aşçılık yapmış Türkiye’ye göç etmeden önce. Hala da kalabalık bir misafir grubu davetliyse anneme yemeğe, çorbayı çoğu zaman babasına yaptırır. Çok da nefis yapar. Ama biz dedemi mutfakta çok görmeyiz. Mutfak değil mangal başıdır dedeme en çok yakışan. 
Piknikçi bir aile sayılmayız. En son piknik yaptığımda Eda henüz doğmamıştı ve Mustafa babamlar Muğla’dan geldiğinde canımız çektiği için mangal yakalım demiştik Atatürk Kent Ormanına gidip. Mevsim kıştı, hatta kar yağıyordu bizim etler pişerken. Sabah erkenden piknik alanına gidip, acıkınca mangalı yakıp bir yandan da çimlere yayılmışlığımız uzun süredir olmadı. Bizim için mangal denince akla o tip bir gün değil,  annemlerin teras ve dedem gelir. En güzel mangalı o yapar ve o kadar aç insan beklerken o sabırla etlerinin başında durur. Açları doyurur, kendisi de işinin başındayken atıştırır ne yiyecekse. Dedem birtanedir, Allah ona sağlık ve uzun ömür versin.

Not: Bu ne biçim yazı karakteri demeyin, mangal yazısına özel olarak yazı karakterini de ‘mangal’ yaptım. Ufak ayrıntılar benim için önemli.

HB

6 Eylül 2013 Cuma

Eda ile okul diyalogları

Sınıfına binbir güçlükle çıkarılan Eda öğretmenine şöyle der:
Eda: Asansörle aşağı inicem ben.
Öğr: Asansör bozulmuş Edacım.
Eda: Merdivenden inerim o zaman.
Öğr: Merdivenleri yeni silmişler, kayabiliriz ama şimdi inersek
Eda: Ben iki tarafa da tutunur öyle inerim.

Eda’nın okula en sevdiği oyuncağının götürülmesi istenmektedir.
Anne: Kızım yarın okula hangi oyuncağını götürelim?
Eda: Ben okula gitmicem ki.

Sabah gözünü açmaya zorlanan anne çocuğunu ikna çabasında sınır tanımamaktadır.
Anne: Eda sen büyüdüğünde öğretmen veya doktor olmak istiyorum diyordun ya bak işte okula gitmezsen bunların hiçbirini olamazsın kızım. (Yolda sokakları süpüren çöpçü gözüme takılır) Bak bu amca gibi sabah erkenden kalkıp sokakları temizlemek zorunda kalırsın güzel bir meslek sahibi olmazsan.
Eda: …. Sessizlik
Anne: Öğretmen mi olmak isterdin çöpçü mü?
Eda: Çöpçü olmak istiyorum ben.
Bu kadar mı sevilmez okul!

Sabah beni bırakmak istemeyince ben de onunla okulda bekledim biraz. Camdan alt kattaki yüzme havuzu görünüyor. Onun öğretmeniyle havuza inmesini söyledim, dolaşmaları için. Ben de sana  camdan el sallayacağım dedim, kabul etmedi. 2 dakika sonra şöyle bir konuşma geçti aramızda:
Eda: Anne ben de seninle işe gelmek istiyorum, burda kalmak istemiyorum.
Anne: Ama yavrucum iş yerine çocuklar gelemiyor ki anneleriyle birlikte.
Eda: Olsun, ben sana orda camdan bakarım anne.

Aaaaah ah bu kadar cin fikirli olup da nasıl okula gitmek istemezsiniz siz!

HB

Klima; derdim seninle değil



Kışın soğuk günlerinde yaz yaz diye sayıklayan ben yaz gelince anında hasta olma başarısı gösteriyorum. Sebebi ne dersiniz? Klima kullanmasını bilmeyen herkes. Klimayı suçlamam yanlış olurdu, onun bir günahı yok. Hatta klima olmasa ne yapardık bu kavurucu yaz günlerinde! Ama dışarıda kavurucu sıcak, belki dereceler 40’ları gösteriyor…Klimayı ayarlıyorlar 15 dereceye. Fanı da en yüksekte olsun.  Tamam işte benim hasta olmam için tüm koşullar hazır.

Ben kıstım, klima fanatikleri açtı. Böyle böyle derken acaba onlardan biri olmayı denesem mi diye düşündüm. Yüzüme gelen o soğuk esintiyle baş edemedim. Hırka giydim oturdum, biraz işe yarasa da benimle tokalaşanların tanık olduğu buz ellerimi ısıtamadım. Vücut alıştı belki, çok şükür yazın sonlarına doğru hastalıklar azalıyor ama bütün yazı üşüyerek geçiriyorum. Etek giymekten korkar oldum. Bu sefer de ofisten dışarı çıktığımda pantolonla bütünleşiyoruz.

Hayır bütün gün de aynı yerde değiliz ki. Bir dışarı çıkıyoruz bir ofise geliyoruz. Soğuk-sıcak-soğuk-sıcak vücut da dengesini kaybediyor. Tam birine alışacak hop ısı değişiyor bir anda. Böyle kullanıcıların olduğunu düşünerek klima üreticileri 20 derecenin altını iptal etmeli aslında. Ey klima şirketleri bakın size bir teklif, bunu düşünün derim. Ya da 20 derecenin altına inebilmek için kilit falan koyabilirsiniz. Belli kimseler hariç kimsede olmaz şifresi. Tamam biraz abarttım, iş yine kullanıcıda bitiyor.

İşim gücüm şikayet etmek. Tahammülsüz insanlardan bahsettiğim yazıda, onları kalabalık yerlere gelmeyip evde oturmaya davet etmiştim. Bu kesim için de önerim çok benzer. Evlerine bir klima taktırsınlar, ayarı 18 derece (yine hasta olmalarına kıyamadım), fan da maksimumda olsun, oh mis gibi soğuk soğuk otursunlar. Eve kapatma çözümüm sayesinde asosyal bir toplum yaratsam da kendimi mutlu etme ve hayatımı kolaylaştırma  yolunda hızla ilerliyorum.

HB

5 Eylül 2013 Perşembe

Zormuş

İkinci gün ağlayarak kalan kızım bugün bırakılacağını bildiği için okula gitmek dahi istemedi. Bir şekilde ikna edip okula sokunca da kucağımdan inmedi ve ağlamaya başladı. Öğretmenleri neler neler denediler avutmak için ama yok “anne beni bırakma” diyor başka şey söylemiyor.
Sınıfa çıkmak istemiyorum. Top havuzuna gitmek istemiyorum. Havuza bakmak istemiyorum. Hiçbir şeyle kandıramadık. Bugün panoya asmak üzere aile fotoğrafımızı istemişler. Onu süsleyip asacağız hep birlikte diyorlar yok. Yüzünü boyayacağız bugün renkli renkli diyorlar ona da hayır. En sonunda yine ağlarken bırakıp çıkmak zorunda kaldım. 10 dakika sonra öğretmen aradı, susmuş. Korkuyorum demiş birkaç kez, ben yanından ayrılmayacağım dedi. Bunu söyleyen sınıf öğretmeni değil, okulun iletişim koordinatörü. O biraz güven verdi sanırım Eda’ya, “sen de benim yanımda dur” ama diyormuş.

Genel problemi anladım ben. Büyükannenin baktığı çocuklar okula zor alışıyor. Büyükanne onun ihtiyaçlarını karşılarken bir yandan sevgisini sunduğu için ondan vazgeçmek istemiyorlar. Oysa bakıcıyla büyümüş olsa biraz daha kolay olabilirdi. Çünkü tanımadığı x kişisine alıştığı gibi tanımadığı öğretmenine de alışabilirdi.
Çocuğun karakteri, yaşı her şey etken tabi ama bence en önemlisi bu.

Okula gelip oturmuş bekleyen çocuklar da var. Mesela bir tanesi bugün açmış yaptığı şeyi gösteriyor öğretmene, bunu tokalarımla yaptım diye anlatıyor meraklı meraklı. Sonra karnım çok acıktı, kahvaltı yapalım diyor. Benim kızım da o seviyeye gelecek mi sabırla bekliyorum.

Yarın daha da zor olacak muhtemelen. Alışma haftasında pek istediğimiz gibi gitmedi işler. Üstelik ben Eda’dan böyle yapmasını hiç beklemiyordum. Ağlamaz kesin ama ağlayanlardan etkilenebilir diyordum herkese. Tam tersi ağlamayanları etkiler durumda şu an.  Aslında ben bırakıp gittikten biraz sonra sakinleşiyor ama o halde bırakmak aklımın onda kalmasına sebep oluyor. Arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla bu süreci 1 ay boyunca yaşayan çocuklar var. Umarım o kadar sürmez ve mutlu bir şekilde sınıfına çıkarken görürüm kızımı.

HB

4 Eylül 2013 Çarşamba

Dost canlısı anneler

Annelerin yabancılarla tanışıp kaynaşma yeteneği beni şaşırtıyor. Biz yeni insanlar tanımayı çok severiz, sosyallikte kimse elimize su dökemez ya…Hiç tanımadığı insanla muhabbet kurma konusunda annelerimize yetişmemiz mümkün değil bence.

Örnek olay 1:
Annem giysi pazarında dolaşırken tezgahın birinde durur. Ürünleri inceler, yanında duran bayanın elindeki çorap, bluz, her neyse sohbeti başlatacaktır.
-Ne kadar elinizdekinin fiyatı?
-30 TL
-Uygunmuş, bunları büyük mağazalarda 50 TL den aşağı satmıyorlar.
-Evet aynısının v yakalısını 45 e almıştım ben.
……

Örnek olay 2:
Denizde sığ yerlerde vakit geçirip yüzmeyi de bilmeyen annecim kendine arkadaş arar elbette. Benzer şekilde oralarda bulunan bayanla muhabbet kurması kaçınılmazdır.
-Su da ne güzel bugün, nasıl berrak.
-Değil mi..Öğleden sonra biraz bulanıklaşıyor ama sabahtan pırıl pırıl.
-Biz de sabah geliyoruz o sebeple daha çok.
-Hangi otelde kalıyorsunuz?
……

Buna benzer bir olayı bizzat yaşadık. İspanya’da Türk turist çok demiştim ya, bir grup bizimle aynı bu modda muhabbet kurmaya çalıştı.
-Biz turla geldik. Siz nerede kalıyorsunuz. Kaça gecesi? Aaa çok pahalıymış. Turla çok uyguna geldi bizim…..
Banane be kadın! Annem olsa muhabbetiniz sürerdi de yok benim tarzım değil. Sen yoluna, ben yoluma.

Örnek olay 3:
Kadınlar, o torunlarına bakan melek anneler, torunlarını alıp parka götürürler. Çocuklar kaydıraktan kayar, salıncağa biner. Bizimkilerin tanışması ve laflaması için gerekli ortam tastamam hazır haldedir.
-Maşallah ne hareketli şimdiki çocuklar, hiç bitmiyor enerjileri.
-Vallahi öyle, yetişmek mümkün değil. Kaç yaşında sizinki?
-4 bitti geçen ay.
-Maşallah bizimkiyle 1 yıl 6 ay var demek ki aralarında.
…….

Bunlar şimdi aklıma gelen örnekler ama annemin her birinden en az 2 tane gerçekleşmiş hikayesi vardır eminim. Ha bir de ben doğum için hastanede yatarken yan oda ile temasa geçmiş, tüm detayları an be an bana iletmişti. “12 saattir suni sancı alıyormuş, baya dirençli normal doğum için. Oğlu olmuş sabaha karşı, istediği gibi normal olmuş neyse ki.” Aman Tanrım nasıl da öğreniyorlar hemen her şeyi. Aslında bu tür durumlarda, ‘çocuk’ sohbeti kolaylaştırıyor ama herkese göre değil. Ben mesela hayatta yapamam, soğuk nevali miyim bilmiyorum ki. Mesela haftasonu Eda’yı sinemaya götürdüm. Önümüzde oturan bir kadının elinde renkli, uzun bir içecek gördü, kokteyl benzeri. Hemen istedi tabi. Ben de “onu burada satmıyorlarmış, başka yerden almışlar” dedim. Kadın da elindekinin farklılığının farkında olmalı ki konuyu hemen anlayıp arkasını döndü. “Evet, biz bunu başka yerden aldık. Hem bu çok soğuk, küçükler için uygun değil” dedi. Tamaaaam muhabbet noktalandı. Düşünün ki benim yerimde annem olsaydı bu kadar kısa sürebilir miydi? Muhtemelen hayır.

HB

3 Eylül 2013 Salı

Anaokulunda ilk gün

Taze taze...Bugün için başka bir yazı hazırlamıştım ama günün anlam ve önemi için bu daha uygun sanırım. Bugün Eda okullu oldu. Yarım gün gitmiş de olsa annesi sınıfın dışında beklemiş de olsa sınıfına ilk adımını attı. Dün akşam veli toplantısı vardı okulda. Tüm anaokulu sınıf ve branş öğretmenleri, okul hemşiresi, rehberlik öğretmeni tüm kadro oradaydı. Bize kendilerini tanıttılar, yıl içinde yapacaklarından bahsettiler. Yüzme öğretmenine bayıldım, tonton çok tatlı bir adam. Sınıf öğretmenlerinden de salona ilk girdiğim anda gözüme ilişen bayan kura ile bizim sınıfımızın öğretmeni olarak belirlendi. Sevdiye öğretmen kızımın ilk öğretmeni.


Sabah 9 buçukta okuldaydık. İlk gün ders 10’da başlayacaktı. Bahçede ikramlar hazırlanmıştı. Okula girdiğimiz anda bizi öğretmenimiz karşıladı ve Eda’ya yaka kartını taktı. Birkaç gün bunu takmaları gerekiyormuş, isimler ezberlenene kadar. Eda kendini hemen parka attı. Ter içinde kalıncaya kadar burada zaman geçirdi.




Kum bile oynadı eşşek


Saat  10 olduğunda bizim sınıfımız anons edildi ve 4 yaş 2.grup öğrencileri velileriyle birlikte Sevdiye öğretmeni takip ederek sınıflarına girdi. Öğrenciler masada bir sandalye seçerek sıra sıra masanın başına oturdu. Minik bir oyunla herkes kendini tanıttı, anne babasının ismini söyledi. Sonra öğretmenleri onları oyuncakların olduğu bölüme aldığında biz veliler sınıftan ayrıldık. Çaktırmadan oldu biraz ama öğretmene sorduğumda şimdi söylerseniz ayrılmak istemez, hazır oyuncakla oynuyorken söylemeden çıkın dedi.






Aşağı indik, kamerada gördüğümüz kadarıyla oynamaya devam ediyordu. Sonra karşı komşumuz ve aynı okulda öğretmenlik yapan Figen hanım ve kızı Dicle geldiler. Eda’nın yanına çıktılar hemen. Figen hanım indiğinde “babamı istiyorum ben” dediğini söyledi. Bahadır’da hemen havalar, tweet atmalar. Sonra Bahadır okuldan ayrıldı. Ah kızım ne varsa annende var ama…Neyse ben beklemeye devam ettim, bir ara baktım Eda kapıdan çıkıyor. Sonra geri getirdiler hemen. Dicle de indi az sonra, “anneme-babama gidicem ben, ben de seninle geliyorum” demiş ama sonra alıştı gelmek istemedi benimle dedi. Bir kere de ağladı, ben çok anlayamadım ama baktım öğretmenin kucağında. Öğretmen bir şeyler anlatıyor. Meğer yine bizi istemiş. Öğretmen de annen aşağıda seni bekliyor, ağlarken görmesin hadi, bak birazdan çıkacaksınız, senin çantanı hazırlayalım yavaş yavaş demiş. O andan itibaren çantası hep elindeydi kuzumun. Öğretmen sürpriz olarak hepsine baloncuk yapmak için köpüklü su vermiş. Tabi dosyanın içinde ufak da bir ödev gelmiş daha ilk günden. Sınıftan aşağı indiklerinde karşımda görünce neredeyse ağlayacaktım. Sınıftaki diğer çocuklardan ağlayarak gelen vardı ama Eda sakinlemişti çok şükür. Hatta öğretmeni saçını toplamış yandan. Saçından, öğretmeninden konuşurken çıktık okulun bahçesine. Biraz köpükleriyle oynadık ve anneannesine doğru yola çıktık.

Çok heyecanlı, farklı bir gündü. Dün akşam toplantıda rehberlik öğretmeninin söylediğine göre 4 tip öğrenci grubu varmış:
1.Çok severek okula gelenler ve hemen alışanlar.
2.Ağlayarak gelenler ve zor alışanlar
3.Başta ağlayıp sonraki günlerde hemen adapte olanlar
4.İlk günler çok severek gelip sonraki haftalarda gelmek istemeyenler.

Bakalım biz hangi gruba gireceğiz. Öğretmen ayrıca şunu belirtti. Çocuğun okula kolay adapte olması için evi okuldan daha cazip hale getirmeyin ve okul sonrasında çocuğu sorularda çok sık boğaz etmeyin. İşte mesela bugün ne yedin, yemeğini bitirdin mi, kaç kez tuvalete gittin,…gibi gibi çok soru yağmuruna tutmayın dedi.

Yarın normal saatinde okula bırakıp 12’de almaya gidicem. İlk hafta böyleyiz. Bakalım bırakıp gitmesi nasıl olacak, yarın daha mı zor olur dersiniz?
Eninde sonunda alışacak. Umarım sağlıklı, mutlu, güzel bir eğitim öğretim hayatı olur tüm çocukların.

HB

2 Eylül 2013 Pazartesi

Bab-ı Esrar


Ahmet Ümit kitaplarını bayılarak ve merakla okumama rağmen Bab-ı Esrar nedense aylarca elimde sürünen bir kitap oldu. Arada bir sürü kitap bitirdim ama bir türlü Bab-ı Esrar’ın içine girip sonunu getiremedim. Kısmet bugüneymiş. Ahmet Ümit’in yazdığı kitaba bu muameleyi yapmanın büyük saygısızlık olduğunu düşünerek artık araya kitap almayıp buna konsantre oldum ve yarıdan sonrasını bir çırpıda okudum.

Annesi İngiliz, babası Konyalı bir derviş olan Karen Kimya, Londra’da yaşayan bir sigorta eksperidir. Konya’da çıkan otel yangınını incelemek üzere sigorta şirketi adına Konya’ya gelir ve burada gizemli olaylarla karşılaşır. Babasının yıllar önce ilahi aşk ve hakikati aramak uğruna ailesini terk etmesi nedeniyle Karen’ın babasına beslediği hisler Konya’da yaşadıklarından sonra anlam değiştirir.

Şems-i Tebrizi ile Mevlana arasındaki ilahi aşktan, Mevlana’nın kendini Şems ile bulduğundan bahsediliyor.  İlahi aşk ve hakikat uğruna kötülük yapmanın aslında “kötü”yü kötü olmaktan çıkardığı anlatılıyor. Bu felsefeyi anlamak için tek bir kitabın satırları elbette yetersiz. Celaleddin Rumi’nin kitapları hatmedilmeli belki de. Şems Farsça “güneş” anlamına geliyormuş. Şems’in Mevlana’nın gölgesinde kaldığı düşünülebilir ama bence Şems,  Mevlana’nın güneşi olarak,  kendi gölgesini ve aslında kendisini görmesini sağlıyor.

Konu olarak benzerlik taşıyan Elif Şafak’ın “Aşk”’ını da okumuştum yıllar önce. Dikkatimi çeken ikisinde de anlatılan Kimya’nın yani Mevlana’nın evlatlık kızının farklı oluşu. Aşk’ta Kimya Şems’e aşıkken Bab-ı Esrar’da başkasına aşık olduğu halde babası tarafından Şems ile evlendiriliyor. Hangisi gerçeği anlatıyor emin olamadım.

Karen aslında otel yangınının kasti olabileceği ihtimaliyle şirketinin ödeyeceği tazminatı kurtarma peşindeyken bu şehirde başına gelenler geçmişiyle yüzleşmesini de beraberinde getiriyor. Günümüzden Karen Kimya, Mennan, Komiser Zeynep, Ziya, Serhad..700 yıl öncesinden Şems-i Tebrizi, Celaleddin Rumi, Kimya, Bahaeddin Veled.. ve bu karakterlerin hikayesini okumak istiyorsanız bu kitabı elinize almalısınız. Kitapla ilgili çok detay vermeyi sevmiyorum. Bir kere blogta kitap yorumu okurken arkadaşın direkt sonunu yazdığını görmüştüm. Tadı tuzu kalmıyor öyle olunca. Sadece şunu söylemeliyim ki siz benim uzun sürede okuduğuma bakmayın. Adam akıllı okumaya başlayınca kitapta anlatılan o vurucu öyküler yüzünden kaç gece garip garip rüyalar gördüm.
Artık okuduğum 4. Ahmet Ümit kitabıydı, gözü kapalı alınır her bir yazdığı kitap. Hepsi aynı tadı vermese de beğenmediğim olmadı içlerinden.

Kitaptan bir bölüm:

“İnsana duyulan aşk ölümlüdür, tıpkı beden gibi. Ölümsüz bir aşk için, ölümsüz bir varlığı sevmek gerekir. Hiçbir zaman senin olmayacak, hiçbir zaman anlayamayacağın, hiçbir zaman doyamayacağın, hiçbir zaman kavuşamayacağın, hiçbir zaman terk edemeyeceğin bir varlığı.”

Kitabı okuduysanız veya okumayı düşünmüyorsanız kitaptan alıntı olan bu kısmı Şems ile Mevlana’nın arasındaki ilişkiyi kavramak için bu paragrafı okumalısınız.

“Neyin kamışını bir göl kenarından kesmişler. Kamışın gövdesinde yedi delik açıp onu ses verecek bir hale getirmişler. Neyzen ne kadar usta olursa olsun, her üflediğinde, her değişik makamda ney kendi özlemini getirir dile. O kesildiği göl kenarını özlemektedir. Çünkü o, göl kenarı denilen bir bütünün parçasıdır. Gerçek huzuru, gerçek mutluluğu, gerçek sevinci ancak o bütüne ulaştığında bulacaktır. Öte yandan ney de kesildiği göl kenarının niteliklerini kendi gövdesinde ve ruhunda taşır. Tıpkı Cenabı Hakk’ın çamurdan yaratıp, gövdesinde yedi delik açtıktan sonra can nefesini üflediği Hazreti Adem gibi. Allah, Hazreti Adem’in burnuna yaşam nefesini verirken, kendi ruhundan bir parçayı da onun canına katmıştır. Yani yeri göğü yaratan, dört iklim, yedi kıtanın, dokuz katlı göğün hakimi olan Allah aynı zamanda içimizdedir. Ama nefsimizin istekleri bizi yanlış yola sürükler, yemeye, uykuya, şehvete duyduğumuz açlık, kabaran benliğimiz o kutsal parçayı ruhumuzun en derin kuyusuna iter ki, çoğu insan kendi içindeki bu cevherin farkına bile varmaz. İşte bu parçayı fark ederek aramaya başlayan kişiye aşık deriz. Aramanın kendisine de aşk. Yani aslolan aramaktır. Lakin arayış tek başına olmaz; bize bir öğretmen, bir mürşit, başka bir deyişle bir maşuk gerekir. Çünkü kimse o kıldan ince kılıçtan keskin o sevda köprüsünden tek başına geçemez. Ama bir kez geçti mi artık maşuka da ihtiyaç kalmaz. Aşık da maşuk da, seven de sevilen de sadece o kişi olur. Tıpkı Cenabı Hak gibi.”


HB


Popüler Yayınlar

Recent News