Kitap kurdu değilim ben. Kitapsız geçirdiğim bir günüm bile yok diyemem ne yazık ki. Okumayı çok seviyorum. Yorucu iş temposu, çocuktan sonra vakitsizlik gibi bahanelerin ardına saklanabilecek kadar da az seviyorum. Buna rağmen okumaya başladığım kitabı yarım bırakmışlığım ve aylarca aynı kitabı okumuşluğum yoktur. Yani elime aldığım kitap kısa sürede bitmeli ve mutlaka okunmalıdır.
Kitap okumak insanın sıradan dünyasından sıyrılması için de en güzel araç. Düşünsenize, her gün aynı insanları görüyoruz, aynı insanlarla sohbet ediyoruz, aynılarıyla yemek yiyiyoruz, aynı dizileri izliyoruz, aynı blogları okuyoruz. Kurgu da olsa yaşanmış hikayeler de olsa kitapta anlatılan kişileri tanımak, hayatlarını öğrenmek, merak etmek, birkaç sayfa sonra anlatılanlar için heyecan duymak insana iyi geliyor. Hikayelerin veya karakterlerin bazıları gün içinde herhangi bir şey yaparken insanın aklına gelecek kadar etkiliyor. Gerçekten hayatımızdaymış gibi. Bazıları kitap bitse de adını unutturmuyor; Reşat Nuri Güntekin’in Feride’si (Çalıkuşu), Halide Edip’in Rabia’sı (Sinekli Bakkal), Buket Uzuner’in Tuna’sı (Kumral Ada Mavi Tuna), Elif Şafak’ın Ömer ve Gail’i (Araf) İskender’i, Dostoyevski’nin Raskolnikov’u (Suç ve Ceza), Turgenyev’in Bazarov’u (Babalar ve Oğullar), Agatha Christie’nin Poirot’u, niceleri ve Ahmet Ümit’in Müştak’ı. Ben kitabı henüz bitirdiğim için Müştak, Nüzhet, Tahir Hakkı, Nevzat benim hayalimde şu an canlı karakterler. Hepsini kafamda canlandırdığım şekilleriyle gözümün önüne getirebiliyorum. Muhtemelen de uzun süre çoğunu hatırlayacağım.
Günümüzde yaşanan bir cinayetle başlıyor kitap. Günümüzde yaşanan; ancak tarihle bağlantılar üzerine kurulu. Cinayetin faili belli değil; sayfalar ilerledikçe şüpheliler zihnimizde değişebiliyor. Cinayetin tarihle ilgisi olması da aslında öldürülen kişinin dünyaca tanınmış başarılı bir tarih profesörü olması. Cinayetin işlendiği sırada çalışma odasında bulunan bilgiler, araştırmaları, üzerinde çalıştığı proje üzerine yürütülen tahminler...Psikojenik füg hastalığı nedeniyle belli bir zaman kesitinde neler olduğunu hatırlamayan ve yine bu nöbetlerden birinden sonra gözlerini açtığında kendini katilin apartmanında bulan Müştah Hoca...Kendisi bir başka tarih profesörü ve romanın esas kahramanı. Tarih sayfalarında ise Fatih Sultan Mehmet anlatılıyor. Fatih’in Konstantinopolis’i fethinden önce yani Fatih olmadan önce, II.Mehmet iken 14 yaşında tahta çıkışından, daha sonra Çandarlı’nın oyunlarıyla tahttan inip babası II.Murad’ın payiahta dönüşünden, padişahın ölümüyle ikinci kez tahta gelişinden başlıyor. 21 yaşındayken kendinde gördüğü güç, hırs, azim ve Hz.Muhammed’in Konstantinopolis hadisinin etkisi ile daha önceleri defalarca denenip başarılamamış İstanbul fethini nasıl gerçekleştirdiğini anlatıyor. Fetihin anlatımı biraz farklı kitapta. İki tarih profesörü hafızada daha iyi canlanması için olayların gerçekleştiği yerlerde, bir fetih gezisinde anlatıyor 1453 yılının 6 Nisan’ından 29 Mayıs’ına kadar geçen 54 günü ve dahası biri Osmanlı’nın gözünden, diğeri ise kaybedenlerin yani Doğu Romalıların gözünden anlatıyor. Onların tarafında neler yaşandığı da sunuluyor.
Kitap sürekli geçmişte veya devamlı günümüzde değil. Meslek hayatında başarılı bir seviyeye gelmiş bir akademisyenin aslında iç dünyasında ne kadar ezilmiş olduğuyla ilgili psikolojik analizler yapılıyor. Ele alınan başka bir konu da tarihi aslında tarihçilerin yazıp yazmadığı. Çok detay vermek istemiyorum esasında. Polisiye ve tarih seviyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız. Bu kitabı okurken pek de ilgilenmediğimi düşündüğüm Osmanlı tarihini araştırır oldum. Tarihimiz çok şanlı gibi klasik cümleler de etmek istemiyorum ama dünyaya hakim olmuş koskoca bir imparatorluğun nasıl yaratıldığını, farklı ırklardan, dinlerden insanların nasıl aynı amaç için savaştıklarını, birarada nasıl yaşadıklarını, bu uğurda nelerden ödün verildiğini, kısaca tarihimizi bilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Okulda bize bunu öğretmediler, savaş isimlerini ve tarihlerini ezberledik ve hiçbiri şu an aklımızda değil. Hazır tarih anlatan böyle kitaplar yazılıyorken bunları kaçırmamak gerek.
Kitapta yazan bazı cümleleri sık sık okumak istiyorum. Kitap şimdi birçok arkadaşımda dolaşıyor olacak, o yüzden buraya yazmak istiyorum alıntıları. Çok bir ipucu veren bilgiler değil ama yine de kitaptan önce okumak istemeyen olabilir diye uyarmak istedim.
“Biri,sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kiş, bizzat kendinizseniz ne yaparsınız?
Öldürme hakkı…Halkın huzuru, devletin bekası için, nifak çıkaran, huzuru bozan kişilerin öldürülmesinin hem hukuki hem de meşru olması…Üstelik cinayetler daha çok insanın ölmesini engellemek için işleniyordu.
Kesinlikle yalan söylüyordu. Fatih Sultan Mehmed’e atfedilen bir deyimi hatırladım: “Yapmak istediğimi sakalımın bir teli dahi bilseydi, o teli hemen koparır ve yakardım.” Koca bir imparatorluğu yöneten padişahın ağzının sıkı olması anlaşılabilirdi ama bizim Tahir hakkı’nın ketumluğuna ne demeli?
Padişah, kendi eliyle çizdiği devasa Konstantinopolis haritasının üzerine kapanmış, aylar sonra gerçekleştireceği kuşatmayı tasarlıyordu. Topları yerleştireceği tepeleri, seyyar merdivenlerin dayanacağı surları siperlerin kazılacağı yerleri işaretliyordu. Çünkü savaşları kazanan asıl gücün asker ve silah değil, zeka ve bilgi olduğunun farkındaydı.
Bir buçuk asır önce Söğüt’te doğan umut büyüyerek yerküreyi kaplayacak mıydı yoksa kaynağı cılız ırmaklar gibi bu ortaçağ kalesinin görkemli surlarının önğnde kuruyup gidecek miydi? İkinci kez tahta çıkan Murad Han oğlu Mehmed tahtta kalacak mıydı yoksa hayalleri ikinci defa kırılarak saltanatı bir kez daha başkalarına mı bırakacaktı? Aysız gecenin altında karanlık bir heyula gibi yıkılıp üzerine gelen Konstantiniyye’ye baktı Mehmed. “Ey bütün dünyanın arzuladığı şehir, ya ben seni alacağım ya da sen beni” diye mırıldandı.
29 Mayıs Salı gününün ilk saatleri…Konstantinopolis ılık bahar gecesinin içinde keskin bir sessizliğe gömülmüştü. Surdaki Cenevizli nöbetçi yarısı yıkılmış bir burca yaslanmış, cırcır böceklerinin şarkısını dinliyordu. Birden başka bir ses fark etti. İnilti gibi çıkan bir ses, gitgide güçlenen bir ses. Kulak kesildi nöbetçi. Tatlı bir esinti, Osmanlı hatlarından gelen sesi yaslandığı burca getirip çarptı. Arapça kelimeleri sıklıkla duydu nöbetçi. Allahu ekber Allahu ekber….
…Fatih Sultan Mehmed’in karmaşık kişiliğini düşündüm. Bir yanda tahtta kaldığı zaman içinde seferden sefere koşarak dünyayı ee geçirmeye çalışan bir savaşçı, öte yanda enfes aşk şiirleri yazan ince ruhlu bir şair, bir yanda egemenliği altındaki halkların kendi inançlarını yaşayabilmelerinin kanunlarla güvence altına alan hoşgörülü bir insan, öte yanda kardeş katli fermanını yayımlayan katı bir devlet adamı, bir yanda amacına ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmeyen bir padişah, öte yanda Doğu’nun ve Batı’nın bilim adamlarını sarayında toplamaya çalışan aydın bir hükümdar. Bunların hangisiydi Fatih? Belki hiçbiri, belki hepsi. Yaptıklarının hangisini mecbur olduğu için yapmıştı, hangilerini zevk için? Çözümlemesi zor, karmaşık bir kişilik. Sanırım Nüzhet’i de cezbeden buydu. “
Not: Bu kitaba, daha önce yazdığım gibi, bir çekiliş sayesinde sahip oldum. Buradan tekrar çekiliş sahibine çok teşekkür ederim. Ahmet Ümit ile tanışmamı, daha doğrusu onu tanımamı sağladı. Öncesinde çok defa methini duymuş olmama rağmen evdeki kitaplıkta duran yazarın Patasana isimli kitabı ilgimi çekmemişti. Onu da çok beğeneceğime eminim.
HB
0 yorum:
Yorum Gönder