http-equiv='refresh'/>

28 Ekim 2011 Cuma

Beceremiyorum

Durum analizi yapmam işe yarayabilir mi acaba? En azından içimi dökmem beni biraz rahatlatacaktır. Öyle umuyorum.
Eda yumurcağı 15 ayını bitirdi ve ben hala onun için bir uyku düzeni sağlayamadım. Suçu burada kendime attığıma bakmayın, uyutma denemeleri esnasında bambaşka birine dönüşüyorum. Kendimi tanıyamıyorum bazen. Analiz yaparken durumu iki taraflı değerlendirmeliyim.

Eda cephesinden

Hiçbir zaman çok uyuyan, kolay uykuya dalan bir bebek olmadı Eda. “Akşam yatırayım sabaha kadar uyur” tarifine uymadı hiç. 15 ayda bir ya da belki iki defadır bu şekilde deliksiz sabaha dek uyuduğu günler. Bahadır ve bende büyük şaşkınlık ve sevinç yaratan bu iki gece dışında, her gece en az 2-3 defa uyanan ve kendi kendine uyumayan bir bebeğimiz var.

Benim cephemden

Benim tarafımda işin 2 boyutu var. Biri annemin söylediği “aynı sana çekmiş, sen de gece hiç uyumazdın” cümlesiyle alakalı. Benim kabahatim burada başlıyor. Keşke zamanında anneciğime bu kadar eziyet etmeseymişim, uykucu bir bebek olsaymışım da kızım da bana benzeseymiş. Diğeri ise olayın gerçek boyutu: Eda’ya hala uyku eğitimi veremedim. Yaz tatilinden önce iyi bir düzen oturtmuştuk aslında. Yine bizim yatakta ve benimle uykuya dalıyordu; ama uyuduğunda hemen kendi yatağına alıyordum. Gece uyandığında da emzirip tekrar yatağına yatırıyordum. Tatilde 1 ay aynı odada uyuyunca bu düzen bozuldu. Eda bizim odada duran park yatakta uyumak istemedi. Hatta hiç uyumak istemeyen bir tavır takındı tüm tatil boyunca. Uyusun da nasıl olursa olsun mantığı gelince zaten kural falan kalmıyor. Çoğunlukla bizim yatakta uyuduğu için tatil dönüşü tekrar yatağına alıştırmak çok zor oldu. İşin aslı hala alıştırabilmiş değilim. İlk uyuduğunda yatağına alsak bile gece uyandığında yatağında tutamıyoruz. Uyuma saatimiz 22:00, uyanma saatimiz de 07:30.
Genel durum bu ve daha kötüsü son birkaç gündür tamamen alabora olan uyku düzenimiz.

Uyuma saatimiz gece 12’yi bulmaya başladı.
Yine eski saatte uyumaya gidiyoruz.
“Ba-ba  ba-ba” çığlıklarıyla karşılaştıktan sonra odaya babamız geliyor.
Bu sefer ağlama şiddetleniyor ve parmakla dışarısı gösteriliyor. Amaç babanın gelip onu odadan çıkartması.
Odadan çıkana kadar tüm apartmanın duyacağı şiddette ağlıyor ve hiçbir şey onu susturamıyor.
Babası odadan çıkartıyor, oyuncaklarla oyalıyor.
Sustuktan sonra yeniden deniyoruz. Sonuç yine aynı.
Denemeleri çeşitli varyasyonlarda yapıyoruz, mesela babası tek başına götürüp uyutmaya çalışıyor ya da yanımıza bir bebek alıp yatağa giriyoruz. Masal anlatmayı, ninni söylemeyi, telefondan çizgi film izletmeyi, güzel güzel tane tane neden uyumamız gerektiğini anlatmayı, her şeyi bu süre içinde denesek de bir sonuç alamıyoruz.
En nihayetinde saatin gece 11 buçuğu geçmesiyle ve babasının ayağında sallamasıyla uykuya dalıyor.

Ben uyumadıkça stres yapıyorum. Belki uyur umuduyla uyku tulumunu giydirdiğim Eda, ağladıkça ter içinde kalıyor. Ben ayakta sallanmaya alışmasın diye kızarken olaya daha sakin yaklaşan babamız finali yapıyor. Eda hep onunla ve hep benim beğenmediğim ayakta sallama yöntemiyle uyuyor. Asla ayakta sallayarak uyutmuşluğumuz yok. Bu saatlere kadar uyanık kalması da çok ender yaşadığımız bir durum. Nerden çıktı durup dururken hiç bilmiyorum. Gece bu şekilde uykuya daldıktan sonra da benimle birlikte yatıyor ve gece sayısını takip edemediğim kadar çok uyanıyor. Bazen bir taraftan bir tarafa dönerken bile mızıldıyor.

Gündüz uykularında da durum iç açıcı değil. Haftasonları çoğunlukla es geçiyoruz. Çok uykusu olsa da, esneyip dursa da yatağa yatınca u-yu-mu-yor! Oyun yapıyor, gelip öpüyor, ayağa kalkıyor, zıplıyor. Tek yapmadığı uyumak. Başta sevimli olsa da saatler geçtikçe sinirler geriliyor. 1 güne mahsus olsa, çocuktur arada uyumadığı olur der geçeriz ama bu ara her hafta sonumuz böyle geçiyor. Bizi özlediği için böyle davranıyor olabilir. Acaba 18 ay sendromu denen şey mi başladı bizde, 3 ay önceden? Ah kullanma klavuzları yok ki takıldığımız yerlerde okuyup çözüm bulalım..

HB

25 Ekim 2011 Salı

Dayanışma zamanı

Sıcak evlerimizde rahatça uyuyorsak, çocuğumuza üşümesin diye giydirecek bir mont buluyorsak, karnını doyurabiliyorsak bu yarın da böyle devam edeceğinin garantisi olduğu anlamına gelmez. Van depreminde yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Tarifi olamaz bu acının. Allah rahmet eylesin ve kalanlarına sabır versin. Kalanları hem bu üzüntüyü yaşarken hem de evsiz halde bekliyorlar şu anda. Başını sokacak evleri yok, üstüne giyecek giysileri yok, paraları yok.

Her türlü yardım etmeliyiz bu kötü günlerinde, her türlü destek olmalıyız. Para yardımı kadar ayni yardımlarımız da onlar için hayati önemde. Mevsim yaz değil, dışarısı çok soğuk. Üstelik coğrafi konumundan dolayı çoğumuzun yaşadığı yerden daha da soğuk. Gücümüz yetiyorsa onlar için battaniye, mont gibi üşümelerini önleyecek şeylerin yanında bozulmayacak gıdalar, bebek maması ve bezi gibi şu en üst sırada yer alan ihtiyaçlarını da alıp gönderebiliriz. Mutlaka satın almak zorunda da değiliz. Benim şanssızlığım birkaç hafta önce kışlık kıyafetleri çıkartırken giymediğimiz bir sürü yeni kazağı dağıtmış olmamdı (üstelik çok ihtiyacı olan birilerine gitmedi). Yine de akşam eve gittiğimde neler gönderebilirim diye dolapları tarayınca bir sürü kıyafet çıkarttım. Hiçbiri kullanmadığım kıyafetler değil. “Kullanmasam da olur” dediklerim tümü. O monta benden çok daha fazla ihtiyacı olan insanlar var. Ben bu kış belki birkaç sefer giyeceğim bir şeyi bu halde nasıl evde tutabilirim? Eda’ya hediye olarak gelen eşofman takımları vardı. Çok kaliteli değil ama kalın ve hiç kullanılmamış. Evde beklemesinin ne gereği var? Annem de bu konuda sağolsun çalışmaya başladı. Evde ne var ne yoksa gözden geçiriyor. Eminim ki her aile aynı durumda. Kafamıza takılan tek şey yardımların gerçekten ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmayacağı. Benim çalıştığım şirket personelinden gelen yardımları toplayarak afet bölgesine ulaştırmak için bir kampanya başlattı. Bu yolla ulaştırma şansım olacak. Kızılay ve belediyeler aracılığıyla da yardımlarımızı iletebiliriz. Ancak Kızılay’ın kullanılmış eşya kabul etmediğine dikkat etmek gerekir.
Umarım Türk milleti olarak depremzedelerimizin yaralarını çabuk sarabiliriz.

HB

24 Ekim 2011 Pazartesi

Haberler ne zaman iyi olacak?



Haberlere gönül rahatlığıyla bakabildiğim bir ülkede yaşamak istiyorum. Gündemin bu kadar hızlı değişmediği.. Bir hiç uğruna insanların yaşamını kaybetmediği..
20 yaşında bir insan daha neler yaşayacaktır şu hayatta? Sevdiğiyle yuva kurması, yıllarca saatlerini geçirdiği okulda öğrendiklerinden sonra bir işe girip para kazanması, dünyanın en güzel şeyine sahip olarak babalık duygusunu tatması, sevmesi-sevilmesi, yaşlanması..Tüm bunların yine bir kul tarafından yok edilmesi benim aklımın hiçbir yerinde anlam bulamıyor. Kafam almıyor. Bu vahşet neyi değiştiriyor? Neyi değiştireceğine inanılıyor? Değiştirdiği tek şey var;o da öyle sancılı ki geride gözü daimi yaşlı, kalbi dağlanmış insanlar bırakıyor. Kaç ailenin ocağı yanıyor..Kalanlar bu halde, gidense yaşayacaklarının daha yarısını bile yaşayamadan göçmüş oluyor. İstenen gerçekten bu mu? Amaçlanan şey durmadan insan hayatını sonlandırmak mı? Güzel memleketim, kaç şehrin bu bilinmezlik yüzünden terk ediliyor, gelişmiyor, geliştirilmiyor, cennet gibi topraklarımız bu coğrafyada gerektiği kadar değer bulamıyor? Oysa “oralarda” da fabrikalarımız olsa, yatırımlar yapılsa,  doğu ile batı farkı bu kadar uçurum olmasa, herkes huzuruyla yaşasa, kaygıdan uzak, gönül rahatlığı ile.. İnsanlar dağa çıkmak yerine böyle şehirlerde, bu şartlarda ve gerçekten barış içinde yaşasa ne olur?
Sonra trafik kazaları..Bu da biz insanlığın kendi kendine ettiklerindendir. Herkes, trafikte içindeki canavarı ortaya çıkarıyor. Herkes bir sabırsız, herkes bir asabi. Sanırsın ki gideceği yere sadece 5 dakika geç varsa dünyanın sonu gelecek! İşe gidersin ve bazı kurallara uymak zorundasındır. Aksi halde işinden olma tehlikesi vardır. Trafik de kurallardan başka bir şey değildir. Uymazsan hayatını kaybedebilirsin; ya da senin yüzünden bir başkasının hayatı tehlikeye girebilir. İnsan hayatı daha mı önemsiz işten? Trafik kuralı denince sadece cezai olarak düşünülüyor. Kamera varsa hızımıza dikkat ediyoruz, trafik polisi görünce bir panikliyoruz. İlla denetlenmek zorundayız. Polis yakalamadığı sürece alkollü araba kullanmamızda sakınca yok. Kırmızı ışıkta geçmemizde de. Oysa insanlar kendiliğinden bu kurallara itaat etse, gerektiğinde ve zamanında sinyalini verse, doğru şeritinden gitse, hayat kurtarıcı olduğunu bilerek kısa yolda dahi emniyet kemerini bağlasa, kazanın boyutunu direkt etkileyen hız olduğu için herkes hız sınırlarına uyarak araba kullansa, trafikte insanlar birbirine saygılı olsa ve amacın sadece bir yerden bir yere gitmek olduğunu unutmasa ne olur?
Ekonomik açıdan geride kalmış, eğitim seviyesi düşük ülkelerde aile içi şiddet sık görülür. Sosyolog değilim; sadece böyle bir ülkede yaşıyorum ve artık bu cümlenin doğruluğundan eminim. Para yok, iş yok, cehalet diz boyu ki buna rağmen bir sürü çocuk yapmış. Çocuk yapmak kolay da ilk maddeler yüzünden o çocukları büyütmek o kadar basit olmuyor. Bu sefer de aile içinde bunalım, şiddet ve malesef ki haberlere konu olacak olaylar yaşanıyor.
Oysa akşam eve gittiğimizde haberleri açsak, içimizi ferahlatan güzel şeyler seyretsek ne olur? Pembe bir dünyada yaşamıyoruz, illa ki kötü şeyler olacak. Bahsettiğim şey 10 haberden 9 tanesinin kötü olması. “Psikolojim bozuluyor benim haber izlerken” diyenlerin olması. Bu tablonun tersine çevrilmesi benim dileğim. Hep ileriye gitmek isteriz ya, ben bu konuda geriye gitmek istiyorum. İnsanların her şeyi bilmediği, her haberin bu kadar ortada olmadığı, şiddetin ve vahşetin bu denli artmadığı, ecelsiz ölümlerin bu kadar çok yaşanmadığı günlere dönmek istiyorum.

Not: Değiştiremeyeceğimiz bir gerçek var; o da ülkemizin deprem bölgesinde olması. Ne yazık ki dün Van’dan gelen deprem haberi hepimizi çok üzdü. Yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet diliyorum, kalanlarına ise sabır. Şu an oradakiler çok zor durumda. Bize düşen ise sadece üzülmek değil onlara yardım eli uzatmak. Blogcu Anne Elif yardım etmek isteyenlerin neler yapabileceğini bugün yazmış. Herkesin yapabileceği bir şeyler şeyler var, durmak ve seyretmek dışında..
HB

19 Ekim 2011 Çarşamba

Annenin zor dakikaları

1.Tam emzirmeye başlamışken çalan kapı zili

2.Arabada uyuyakalan cocuğun üzerinde mont olması, daha kötüsü sırtının terli olması

3.Dudağında uçuk çıkan annenin çocuğu öpmemeye gayret etmesi

4.Her şeyden anlamaya başlayan çocuğun yanında onu etkileyen şeyleri konuşmamaya çalışma



5.Elde dünya kadar poşetle çocuğu kucaklama

6.Alışverişte mağazadan çıkmak istemeyen çocuğun ilgisini başka yöne çekmeye çalışma

7.Yeni uyuyan çocuğu uyandırma tehlikesi yaşatan her türlü gürültü

8.Tam yemeğini hazırlayıp uygun ısıya getirmişken çocuktan gelen kokular         -Yemek soğumasın diye çabuk çabuk alt almaya çalışan anne, kıpır kıpır yerinde durmayan çocuk tarafından engellendikçe durum daha da zorlaşmaktadır.-

9.Bırakırken arkasından ağlayan bebeğinden ayrılamama

10.Cinsiyet tahmininde bulunan, kilosu hakkında yorum yapan, gerekli gereksiz her şeye karışan "elalem"le karşı karşıya kalma



Uzun bir listenin 10 maddeyle sınırlanmış hali aslında. Sadece anne dostu olmayan toplumumuz bile onlarca madde yazdırır her bir anneye. Bunlara hiç değinmedim bile..
Boşa demiyoruz; annelik sabır sanatından başka bir şey değil. Her gün bize yeni şeyler keşfettiren, hayatımıza renk veren, mutluluk kaynağımız olan minik enstrümanlarımız var bizim. Tabi ki onları öğrenirken bocalıyoruz, bazen çuvallıyoruz, zorlanıyoruz. Her emek verilen şeyde olduğu gibi annelikte de durum aynen böyle. Ben yazıda anlık zorluklardan bahsettim. Annenin fedakarlıklarına değinmedim yani hiç. Bu zorlukların eksiksiz listesini topla, yapılan fedakarlıkları ekle; yine de küçük kalır bu minik enstrümanların anneye yaşattığı mutluluktan,sevgiden,gururdan..

HB

17 Ekim 2011 Pazartesi

Haftasonu Gezmesi-4 ** Hayvanat bahçesi


Bu ara işler öyle yoğun ki anca yazabiliyorum. Yoğunluk bizim işlerin doğasında var da bu ekstra yoğunluğun sebebi departmanımızdan 3 kişinin aynı anda işten ayrılmış olması. Üzücü olan ise bunun kendi istekleri dışında gerçekleşmesi. Hepimiz onların gidişiyle psikolojik olarak çok etkilendik. İş anlamında da etkisi hızla kendini gösterdi. Neyse, ben farklı bir konuda yazacaktım.
Geçen Cumartesi Eda’yı hayvanat bahçesine götürdük. Bursa’dakiler mutlaka biliyordur; Botanik Park’ın yanında çok güzel bir hayvanat bahçemiz var. Yemyeşil, çok büyük bir alanda. Hava yazdan kalmayken bu fırsatı değerlendirip öğlen uykusundan önce koyulduk yola. Ziyaretçilerini görmekten mutlu hayvanlar ile onlara bayılan Eda için çok güzel bir gün oldu. Aslında Bahadırla ben bile heyecanlandık hayvanat bahçesine gidiyoruz diye J Güzel güzel fotoğraflar çekerim diye de hevesliydim aslında ama fotoğraf makinesini açmamla şarjının bitmesi bir olduğu için bu hevesim kursağımda kaldı ve yine telefonun kamerasıyla idare etmek zorunda kaldım.















Sürekli kitaplarda veya televizyonda gördüğü hayvanları canlı canlı görmek, seslerini duymak Eda için güzel bir deneyim oldu. O kadar çok koşturdu ki bu yorgunlukla eve gider gitmez uyur diye düşündüm orada gezerken. Hatta uyku saati geldiği için son bölümü biraz hızlı geçtik. Açık hava, koşturmak, hiçbir şey kızımı yormamış olmalı ki o gün gündüz uykusunu atladı. Yani güzel uyumak bir yana yarım saat bile uyumadan akşamı etti. Yine de çok güzel bir haftasonuydu. Havalar soğudu artık, sonbahardan kışa geçiş yaptık. Yani haftasonları bir iki alternatifle sınırlanacağımız günler geldi. Ya alışveriş merkezlerinde vakit geçireceğiz, ya arkadaş-akraba ziyaretleriyle,ya da evde olacağız. Bir de hava güneşli ve biraz ılık olsa da dışarıda biraz zaman geçirsek diye bekleyeceğiz..

HB

10 Ekim 2011 Pazartesi

Söyletmek dert, söylemesi dert


Bizim nesil bebekler ile şimdikiler arasındaki farkları çıkarmaya kalksak bir tanesi de tuvalet alışkanlığı kazandırma konusunda olurdu. O zamanki olanaklarla alakalı bir durum. Kullan at bebek bezleri o yıllarda da olsaymış belki 1 yaşında tuvaletini söyleyen bebekler bu kadar çok olmazmış o dönemler.


Annem bu yaz Eda’yı çiş söylemeye alıştırsak mı acaba dediğinde daha erken olduğunu söyledim. Uzmanlar,bağırsak ve mesane için gerekli olan kas kontrolü 18. aydan sonra sağlandığı için bu yaştan önce tuvalet eğitimini önermiyor. Kendi doktorumuza sorduğumda da daha çok erken olduğunu, çocuğu bu yaşta bunun için zorlamamak gerektiğini söyledi. Çocuğun bir kaç kelime de olsa konuşmaya başlaması gerekiyor, tuvaleti geldiğini haver verebiliyor olması için bu önemli.  Diğer bir kriter de sabah çocuğun bezi kuru bir şekilde uyanması. Eda geceleri emdiği için bu zaten mümkün değil şu aşamada bizim için. Gece mama vermek gibi tuvaletini yaptırmak da çok tavsiye edilmeyen alışkanlıklar.

Eda’nın yaşı bence çok ufak her açıdan. Bir kere çocuğun laftan anlaması da şart. Zaten beni en çok tedirgin eden şey dışarıda tuvaletini yaptırmak. Erkek çocukları için biraz daha kolay. Büyük alışveriş merkezlerinde bile çoğu wc’de klozet kapak örtüsü olmuyor. Peçeteleri sermek zorunda kalıyorsunuz. Bir de çocuk sonuçta, rahat durmayacak, orayı burayı ellemek isteyecek. En azından laftan anlamalı ki hiçbir yere değmemesi gerektiğini sebepleriyle birlikte anlattığında sözünü dinleme ihtimali olsun. Şehirler arası yolculuklar ise beni en çok korkutanı. Malum dinlenme tesislerindeki tuvaletlerin hali içler acısı. O durumda çocuk için lazımlık mı taşımalı bilmiyorum ki, bir çözüm bulmak gerekir herhalde. Oysa ayrım olmaksızın her yerin tuvalet temizliğine önem verilse keşke. Ayrıca bazı klozetlerde görüyoruz; üzerinde naylon örtü oluyor ve bir mekanizmayla o örtüyü yenileyebiliyorsunuz. En güzeli bu sistemin her yerde uygulanması olurdu. Nisbeten içimiz rahat olurdu çocuklarımızı üzerine oturturken.


Her şeyde olduğu gibi bunda da kendi temizliğini kendin sağla diyor bize işletmeler. Daha düşünmek için erken belki ama aklıma gelen çözümler antibakteriyel spreyler ile klozetin temizliğini yapmak veya kağıt kapak örtülerinden kendim temin edip her yere onu taşımak.

Önümüzdeki yaz muhtemelen tuvalet işleriyle uğraşıyor olacağız. Çoğu çocuk için çok uzun sürmeyen bir süreç olduğunu biliyorum. Doğru zamanı belirlemek önemli sadece.

HB

6 Ekim 2011 Perşembe

Titizlikte sınır

Benim küçük kızım Eda minik bir bebekken yani geçen sene titiz anne olma işini abartmıştım. İlk zamanlar her yeni annenin gösterdiği hassasiyeti gösteriyor ve gelen misafirlerin ellerini yıkamadan minicik bebeğimi alıp sevmeleri hatta daha kötüsü şapur şupur öpmelerinden dolayı rahatsız oluyordum. Süt sağmak için kullandığım pompayı ve biberonları sterilizatöre koyuyordum o dönem. 8-9 aylık olana kadar da devam ettim sanırım sterilizasyon işine. Ama sonlarda artık eskisi gibi sık değil, birkaç günde bir yapıyordum.



Sonra titizliği abarttığım bir husus daha vardı..Eda’nın banyosunda başına döktüğümüz suyu arıtma cihazından doldurarak hazırlıyordum. Bir süre böyle yaptık; çünkü Eda 2 aylıkken ishal geçirdi. Dışkısında bol lökosit çıktığı için mikrobik bir ishaldi. Doktor steril olmayan emzik, biberon gibi şeylerden veya şebeke suyundan bulaşmış olabileceğini söyleyince başladık banyosunu içme suyuyla yaptırmaya. Benim titizlik hastalığı da tavan yaptı tabi bu ishalden sonra. Deli gibi ellerimi yıkamaya başladım. Her emzirmeden önce, temiz olmadığını düşündüğüm ne varsa dokunduktan sonra, Eda’yı her kucağıma alıştan önce, günde kim bilir kaç kere..Ellerimin üstü kanıyordu artık çatladığı için. Yine aynı sebeplerle krem de sürmüyordum. Emziriyorum diye. Abartmışım. Altıncı aydan sonra biraz daha normale döndüm. Geldiğimiz nokta şöyle:

*Artık sterilizatör yok. Eda’nın bulaşıklarını eskiden olduğu gibi ayrı süngerle ve el sabunuyla yıkamıyorum. Hatta bulaşık makinesine bile atıyorum.
*Eda artık yürümeye başladığı için dışarıda mikrop almasını engellemek imkansız. Her yere dokunuyor, ellerinin üzerine düşüyor, sonra parmağını ağzına alıyor, çocuk parklarında oynuyor, kısaca mikroplarla iç içe çoğu zaman. Eskisi gibi takmadığı gibi mikropların güçlü bir bağışıklık sistemi için gerekli olduğunu düşünüyorum. Sadece dışarıda kullandığımız mama sandalyelerini ıslak mendil veya antibakteriyel mendil ile silmeye devam ediyorum. Çünkü kapkara olan mendil bunu yapmamı söylüyor. İşletmeler mama sandalyelerinin temizliğine neden önem vermezler onu da anlamıyorum bir türlü.
*Altını aldıktan sonra ellerimi yıkamaya devam ediyorum. Bu zaten abartı kısmına girmiyor. Herkes böyle yapıyor eminim ki.
*Parktan geldikten sonra veya Eda’nın ellerinin kirlendiğini düşündüğüm herhangi bir şeyden sonra mutlaka elini yıkıyorum. Örneğin altını alırken elini pisletebiliyor.



Enfeksiyon dönemi başladı ve grip virüsünü uzak tutmada çok önemli bir faktör var ki o da elleri sık sık yıkamak. Tamam, benim kadar abartı şekilde değil ama yine de yeterince sık. Umarım bu kışı hastalıksız atlatırız tüm anneler ve minikleri..

HB

4 Ekim 2011 Salı

Anne dostu toplum için..

Bir şeylerin değişmesini istiyorsak çok şikayet eden ama az çözüm üreten bir topluma rağmen çaba göstermek zorundayız. Aksi halde şikayet etmeye hakkımız olmaz ve beğenmediğimiz koşulları yaşamaya devam etmek zorunda kalırız. Oysa değişim o kadar da zor değil. Uzun zaman alsa da, engelleri beraberinde getirse de ufak bir hareketle başlar ve kitleleri yanında getirir. “Anne dostu toplum platformu” işte bu değişim hareketinin örneği. Emzirme Reformu’nu takiben ortaya çıkmış ve daha çok yeni bir oluşum. Manifestosu ise hepimizin katkılarıyla oluşturulacak. Blogcu Anne Elif aşağıdaki soruları paylaşarak konuyla ilgili söyleyecekleri olan herkesi sobelemiş. Benim cevaplarım da aşağıda..

  1. “Anne Dostu Toplum”dan ne anlıyorsunuz? Birkaç cümle ile tanımlar mısınız?
  2. Türk toplumunun “Anne Dostu” bir toplum olduğunu düşünüyor musunuz?
  3. Toplumsal hayatta annelerin karşılaştığı en büyük üç zorluk sizce nedir?
  4. “Anne Dostu İş Yeri” deyince aklınıza gelen ilk üç kriteri paylaşır mısınız?
  5. Çalışan annelerin yaşadığı en önemli üç sorun size göre nedir?
  6. Elinize bir sihirli değnek verilse, iş ya da günlük hayatınızda yaşadığınız hangi sorunu/engeli değiştirmek isterdiniz?
C1: Anne dostu toplum gerek yasal düzenlemeleriyle gerek örf-adetleri ve gelenek-görenekleriyle “kadın”a değer veren bir toplumdur. Anne dostu toplumda devlet sadece kanun çıkarmakla kalmaz, bu yasaların uygulanıp uygulanmadığını sıkı bir biçimde denetler. Zira süt izni kullanılırken fazla mesai yapılması yasakken büyük şirketlerde bile bu ihlal edilebiliyor. Anne dostu toplum çalışan annelere esnek saat uygulaması ile çalışma imkanı verir. Maaşımı daha düşük almak ve işlerimi ayarlamak şartıyla daha az saat çalışma olanağım olsun isterdim doğrusu.
C2: Yeterince değil. Anne dostu bir toplumda yaşıyor olsaydık ilk 6 ay sadece anne sütünü savunan fakat doğum sonrası izni sadece 2 ay olarak belirlemiş çelişkili düzenlemelerimiz olmazdı.
C3: Apartman girişlerinin bir çoğunun bebek arabası ile çıkmaya uygun olmaması, emzirme odası bulunmayan mağazalar veya alışveriş merkezleri, dışarıda örneğin alışveriş merkezinin asansörüne bebek arabasıyla binip normalden fazla yer kaplayınca diğer insanların rahatsızlığını yüzlerindeki ifadeye yansıtması; kısaca insanların anlayışsızlığı.
C4: Kaliteli bir kreşe sahip, her departmanın yakın bir yerinde bulunan süt sağma odaları, bebeğin anneye olan ihtiyacına empati ile yaklaşan bir şirket ve çalışanlar.
C5: Çalışan annelerin kısıtlı bir süre içinde bakıcı bulma zorluğu, yine çalışan annelerin bu yoğunluktaki çalışma saatleri yüzünden çocuklarına zaman ayırmada eksik kalması ve yeni nesilin anneyi daha az görerek bakıcı ile yetişmesi veya bunun tersi için annenin kariyerini feda etmesi, süt sağma odası bulunmayan bir yerde sütünü boşaltamadığı için rahatsızlanan veya sadece boş bir oda peşinde koşarak her türlü koşulda süt sağan annelerin işveren tarafından anlaşılmaması,yeri geldiğinde bu sürenin işten çalınan zaman olarak görülmesi.
C6: Bebeğimle daha çok vakit geçirebilmeyi, çalıştığım yerin bir kreşe sahip olmasını ve emzirme konusunda daha bilinçli yorum yapan bir toplum dilerdim.

Ben çalışan annelerin sıkıntılarından sadece süt sağma odasıyla ilgili olanı yaşadım. Şanslıydım yani, ama ne yazık ki süt sağmaya bu kadar zaman harcadığı için, süt iznini kullanıp eksik saat çalıştığı için, hatta az diye eleştirdiğimiz kanuni doğum iznini kullandığı için baskı gören, bu baskıyla haklarını kullanamayan yüzlerce anne var. Bir şeyler yapmak lazım, bir şeylerin değişmesi lazım. Bu yolda atılacak her adımda ben de elimden geldiğince olmaya çalışırım.  Siz de desteğinizi göstermek istiyorsanız blog sahipleri soruları cevaplayıp linkini yazabilir, blogu olmayanlar yorum yazabilir veya AnneDostuToplumPlatformu@gmail.com adresine mail gönderebilir. Bu yazıyı okuyan ve katkıda bulunmak isteyen herkes..

Tüm emzirme reformu gönüllülerini ve “anne dostu toplum platformu” fikrini öne sürenleri tebrik ediyorum. Sadece şikayet etmekle bir şeylerin çözülmeyeceğini bilen herkesi..

HB

3 Ekim 2011 Pazartesi

Yaklaşan ‘anne-kız alışveriş günleri’

Eda’yı çok defa alışveriş merkezlerine götürdüm; ancak dün ilk defa alışveriş olgusunun kızımın damarlarına işlediğini farkettim. Sevgilim için üzüldüm yani bir nevi J
Gittiğimiz AVM’de her zamanki gibi bebek arabasında oturmaktan çok çabuk sıkıldığı için arabadan almak zorunda kaldık. Artık yürümeye başladığı için bu sefer kucağımıza almak yerine yere bıraktık. Eda resmen çıldırdı. Önüne bakmadan her yer boş ve ona aitmiş gibi yürümeye başladı. Haftasonu olduğu için insan selinin ortasında üstelik. Eda’ya çarpmamaya çalışan insanlar, boş bebek arabasını süren anne ve Eda’nın peşinden koşturan bir baba dünkü halimizin özeti sayılabilir. Eda evde anne ve babasının dibinden ayrılmazken orada bizi umursamadığı gibi kaybolurum derdine de düşmedi. Daha ne bilsin minicik çocuk? Koşar adım Zara Kids’e girip kıyafetleri “ciciş,ciciş” diyerek ellemeyi biliyor ama..Zara’nın vitrinine yapıştığı gibi renkli bir mağaza olmasından ötürü olmalı ki La Senza’dan da zor çıkardık. Oysa hiç Sarar’a veya farklı bir erkek mağazasına girmeye teşebbüs ettiğini görmedim.
Üzerine farklı şeyler girdiğimizde de hemen surat değişiyor. Aynalara koşmaya başladı bile. Bir çocuğa hediye götürürken “kıyafet yerine oyuncak mı alsam acaba, küçücük çocuk kıyafetten anlamaz, oyuncak ise mutlu eder” diye düşünürdüm. Demek ki kız çocuklarında durum düşündüğümden farklıymış.
İşte yürüyen Eda ile ilk Avm tecrübemiz böyleydi. Eskiden arabasında durmak istemez, kucağımıza almak zorunda kalır ve doğru dürüst gezemeden dönerdik. Artık daha da zor olacak. Sadece küçük hanımı gezdirmeye gideceğiz.

HB

Popüler Yayınlar

Recent News