http-equiv='refresh'/>

24 Nisan 2013 Çarşamba

Efes ile başlayan tatil

Kapadokya diye bana işten izin aldıran kurnaz kocam beni kaldırarak memleketine götürdü. İyi de oldu aslında. Ne zamandır görmeyi istediğim Efes’e uğradık giderken. Muhteşemdi, yemyeşil her yer ve çok güzel bir atmosferi var. Özellikle antik tiyatroda otur,saatlerce vakit geçir. Ama Eda ile öyle bir şansımız yoktu tabi, hızlıca fotoğraf çekip, çabuk çabuk gezdik. Efes’in tarihinden bahsetmeyeceğim burada, internette bol bol bilgi var. Sadece, günümüze kalan yapılardan Efeslilerin sütunları çok sevdiğini tahmin ettim ve gerçekten de çok güzel bir kentte yaşadıklarını... Eda taşları evdeki koltuklarla bir tutup üstlerine çıktı sürekli. Boyunun yettiklerine...
Fotoğraflarımızın bir kısmını facebooka yükledim.
Çok güzel, gezilmeli, görülmeli. Fakaaat o giriş ücreti nedir öyle! Hiç değilse yerli turist bu kadar kazıklanmamalı.



Efes gezisinin ardından Gündoğan’a geçtik. Bir rüzgar, bir poyraz, evden çıkarmadı resmen bizi. Bodrum merkez nispeten daha az rüzgar aldığından sadece oraya gidip gezebildik. Sahilde vakit geçirmeyi, bahçede toprakla oynamayı ve yemeklerimizi balkonda yemeyi planlarken içeriden dışarı pek fazla adım atamadık. Eda’ya artık laf anlatamadığımız zamanlarda serin ve rüzgarlı demeden çıktık tabi mecburen. Biz böyle serin diye hırkalı, yelekli çıkarken yabancı turistlerin mayo ile sahilde güneşlendiğini, çocuklarının da yazlık kıyafetlerle olduğunu söylemem gerek yok herhalde.



Gece üzerini asla örtmeyen Eda hanım sıcaklığın yaklaşık 17 derece olduğu odada yorganla örtünmesi, hatta gece üzeri açılınca “üzerimi örttt!” diye uyanması da tatile damgasını vurdu. 21 derece bana soğuk gelirken dün eve dönüp odayı 20 derecede bulunca sıcacık bir yere gelmiş gibi oldum. Bodrum’a doğalgaz istiyoruzz!!

Eda’nın nazı yine üzerindeydi her zamanki gibi. Bakınız örnekler:
-Gece, en iyi ihtimalle sabah süt isteyeceğini bildiğim için ufak süt ile biberonu odamıza alıp hazırlığımı yapmıştım. Aşağı kata inip süt aramakla uğraşmayıp hemen verecektim. Yaptım da..Kontes sütü ağzına alır almaz;
“Bu süt ağzımı üşütüyooo” diye ağlamaya başladı. Oda sıcaklığında!! Günlük sütleri ısıtarak verdiğim için alışmış ılık olmasına, huysuz!

-Dönüş yolunda uyku saati gelince Eda dayanamadı ve gözleri yumdu. Biraz zaman geçtikten sonra yataktaki gibi dönmeye ve kıpraşmaya çalıştı,yapamayınca da; “rahat edemiyoruuum” diye mızıldanmaya başladı.

Aa bu arada Eda dönüşte 4 günün sonunda ilk kez gündüz uykusu uyudu. Diğer günler uyumak istemedi, ben de hiç zorlamadım. Bundan sonra haftasonları da böyle davranmayı planlıyorum. Uyumayınca 9 gibi uykusu geliyor. Benim için hava hoş, kendisi dayanabiliyorsa ne ala.

Bir tatil daha böyle geçti işte. 1 mayısı bekliyoruz şimdi :)

HB

17 Nisan 2013 Çarşamba

Ruhi Mücerret- Murat Menteş

Ruhi Mücerret ismini o kadar çok duydum ki Murat Menteş’in ilk elime alacağım kitabını değiştirmiş oldu bu popülerlik. Aklımda başka kitapları varken “çok satanlar” rafından bu kitabı alırken buldum kendimi.


Kitap kapağı ilginç değil mi?



“Mezar taşıma  ....... yazdırabilirim.”
Kahramanımız Ruhi Mücerret 100 yaşında bir İstiklal Savaşı gazisi. Hayır, gerçekte böyle biri yok. Zaten kitabın başında yazar anlatılanların hiçbirinin gerçek olmadığını belirtip hiçbir zaman gerçekleşmemesini umduğunu yazıyor. İlk bölümde Ruhi Mücerret’in ağzından kısa kısa hayat hikayesini, ölümle arasındaki savaşı dinliyoruz. Kendisinden küçükler bir bir hayattan ayrılırken her cenazede bulunuşu, torunlarının “senin gitmen gerekirdi artık” bakışlarının haklılığı, bir sürü savaş kazanmışken ölmeyi bir türlü becerememesi o kadar güzel anlatılmış ki bolca tebessüm ediyorsunuz okurken. Ruhi Mücerret her ay şehirlerin kurtuluş günlerine ait törenlere katılıyor. Hatta bazı aylar çok yoğun, birden fazla şehrin kurtuluşu aynı aya denk geliyorsa bildiğiniz ordan oraya koşturuyor. Hayatı törenler ve cenazelerden ibaret iken en yakın dostunun “garip” vasiyeti ile hayatı değişiyor. Kendisinden büyük tek tanıdığı olan bu dostunun da ölümüyle hayatta “abi” diyebileceği kimse kalmamış oluyor. Eski dostunu kaybederken bir anda hayatına giren yeni bir dost ile sürüyor hikaye. Civan Kazanova.


“... olmasa ben icat ederdim.”
İlk bölümde bazı olayları anlamlandıramıyorsunuz. İkinci bölüm Civan Kazanova’nın ağzından devam ediyor. Civan’ın kısa bir hayat hikayesi, başından geçen ilginç olaylar, Ruhi Mücerret’in hayatına dahil olmasındaki sır anlatılıyor. Kitaba dair önemli bir husus markaların ve reklamların hayatımızı işgal etmesi, vıcık vıcık her yanımızı sarması. Bununla ilgili daha fazla detay vermek istemiyorum, kitabı okuyanlar olabilir. Tek söyleyeceğim, marka isimleri bazı yerlerde fazla fazla geçtiğinden biraz rahatsız edici buldum ama konuyu vurgulamak için gerekliydi muhtemelen.

İkinci bölümü okurken sık sık ilk kısma dönmek istiyorsunuz. Ruhi Mücerret’in yaşadıkları Civan Kazanova’nın anlattıklarından sonra anlam buluyor. Murat Menteş tarzını da çözüyorsunuz biraz bu kitapla birlikte. Mesela kullanılan isimler çok farklı. Civan Kazanova,Avni Vav, Masum Cici, Fujer Fuji, Serpil Silahlıperi,.. ve tabii ki Ruhi Mücerret.


Kitapta Alper Canıgüz severler için de minik bir sürpriz var.
Güzel kitaptı, bir kitabı bu kadar çabuk bitiriyorsam mutlaka öneriyorum demektir zaten. Tek bir hayal kırıklığı..Sonu oldu. Çok oldu bittiye getirilmiş gibi geldi. Sanki birkaç yaprak daha sürseydi daha mı iyi olacaktı? Ya da ben bittiği için mi üzüldüm? Neyse ki daha okunacak 2 Murat Menteş kitabı var.


Kitaptan alıntılar:

“Yine de, geleceği değiştirmeye çalışmam. Onun şimdiki halini seviyorum.”

“Bendeniz, Ruhi Mücerret. Yaşayan son İstiklal Harbi gazisiyim. Tarihin dikiz aynasındaki tek canlı siluet. Tam 100 yaşındayım.”

“Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, deliliğini görürler.”

“Felek, tesadüflerle sağ gösterir ve gerçeklerle sol vurur. Mutluluk, bu ikisi arasında geçen sürede yaşanır.”


HB

15 Nisan 2013 Pazartesi

Sade Haftasonu-İlk Sinema

2 gün değil, 2 mevsim geçti sanki. Cumartesi yaz geldi heyoo diyerek kendimizi dışarı attık. Bursalı turistlerin uğrak mekanı, haftasonu kahvaltıcılarının favori yerlerinden Tarihi Çınar’a gittik. Aa olur mu, Eda için anaokulu araştırması olmadan Cumartesi gününe başlanır mı! Bu sefer sondu sanırım, en son gittiğimiz okul içimize sindi. Kolej anaokulları ile arasında 4000 liracık kadar fark var ve içerik olarak pek de farklı değil. Sadece yüzme dersi yok; ki sorun değil, yazın öğretiriz biz ona yüzmeyi. İngilizce ders sayısı daha az; yine de az az da olsa her gün İngilizce görecek, başlangıç için ideal. Okulun binası güzel, konumu ise harika. Odalar aydınlık ve ferah. Sadece uyku odası zemin katta, karanlık ki uyumak için oraya gideceklerini düşünürsek böyle olması daha bile iyi. Yemekler okul içinde yapılıyor, ikindi dahil tüm öğünler oradan çıkıyor. Beğendik, muhtemelen kaydını yaptıracağız ay bitmeden.
Okul bahçesinin parkından Eda’yı zor zar kopardıktan sonra başta bahsettiğim Tarihi Çınar’a gittik, Uludağ Yoluna yani. Orada biraz oturup soluklandıktan sonra Çınarın bulunduğu köyün (İnkaya Köyü) içinde yürüyüş yaptık. Ah buraya gideceğimizi bilsem fotoğraf makinemi almaz mıydım. Pişmanlık pişmanlık.. Kaldık telefonun kamerasına.
Eve geçtikten sonra bu ne sıcak yahu, benim kışlıklarımın ne işi var hala gözümün önünde diyerek bir hamle yaptım ama hatalı olduğunu ertesi gün anlayacaktım. T-shirt üstüne hırkayla idare etmek zorundayım artık. Neyse dolap düzenlemesinden sonra yemek işine girdim ve sofra tabii ki balkona kuruldu. Yaz geldi heyoo!




Pazar olunca kışın ne aktiviteler vardı yaa diye düşünmeye başladım. Yağmurlu havada ne yapılıyordu sahi? AVM? Sinema? Avm ye gitsek para harcaması garanti, artık bir dur demek lazım. Sinema, olabilir aslında. Eda’yı ne zamandır götürmek istiyordum. Durur mu diye endişelerim olsa da Tinkerbell’in bütün bölümlerini ezberletene kadar izlettiği için umudum artmıştı. Karar verildi, Avm’ye gidilecek, ama hedef sinema. İzlenip eve dönülecek. The Croods için bilet aldık. Film harikaydı, Eda’dan çok ben kaptırdım sanırım kendimi. Eda ise fena değildi. 3 boyutlu olduğundan gözlük biraz rahatsız etti. Çıkarıp çıkarıp “ben bunlarla göremiyorum, gözlüksüz izlicem” dedi. Görememesinin nedenini biliyorum tabi, camın tamamı parmak iziyle dolu, nasıl görsün. Arada bir konuşup ayağa da kalktı ama genel olarak beklentimin üstündeydi. Sabah insanlar Pazar kahvaltısına yeni oturmuşken gittiğimiz için salon da bomboştu. Rahatsızlık verdiysek özür dilerdim yoksa.

Böyle işte, bu hafta da geçti. Okul kararımız ve ilk sinemamız ile özel bir haftasonuydu bizim için.

HB

10 Nisan 2013 Çarşamba

Kötü bakışlı annelerin azaldığı bir dünya için

Bu sağlıksız yiyecek ikramları ve satışları benim çok canımı sıkıyor. Dahası bu konuya bakışımla ilgili aldığım eleştirilerle zor başa çıkıyorum.
Size komik ya da saçma gibi görünecek ama benim bu konuyla ilgili birkaç önerim var:

1.Markette gezerken renkli renkli resimleri, tam da çocukların sevdiği çizgi film karakterleriyle ambalajlanmış ürünleri görmek istemiyorum ben. Kendini yerlere de atsa her istediğini almıyorum; fakat bir noktada da mecbur kalabiliyor insan. Sırf üstündeki Sünger Bob’a kanıp meyveli süt aldırabiliyor mesela. Bazen de aldırdığı abuk sabuk şeyleri eve gelince unuttuğu anda sakladığımı ya da çöpe attığımı biliyorum. Yazık günahtır.

Önerim; abur cubur satılmasın demiyorum. Yediren yine yedirsin ama bu ürünlerin satıldığı ayrı bir bölüm olsun. Nasıl ki bazı marketlerde kahvaltılıklar ayrıdır, hatta ayrı bir odadadır. Onun gibi bir şey olabilir. Çocuk orayı öğrenmediği sürece sorun olmaz.

2.Misafirlikte verilen ikramlar benim bütün huzurumu kaçırabiliyor bazen. Neden bir ev sahibesi de yüzde yüz  sağlıklı ikramlar sunmaz. Yok, aslında ben masrafsız misafirimdir. Dışarıdan alınmış sağlıksız ikramlar yerine sadece bir çayı tercih ederim. En azından keyfim kaçmamış olur. Mesela geçen akşam gittiğimiz bir akrabamız sağolsun çiğköfte getirdi ortaya. Eda da herkesin yediğini görünce (sadece ben yemiyordum) yemek istedi tabi. Ben de hiç almıyor değilim, ama temizliğinden emin olduğum yerden alıp ondan yediriyorum. O da sınırlı, zaten çok yiyici bir çocuk değil. Gel gör ki yanında yiyen bir çocuk olunca tüm çocuklar açlıktan çıkmış hale dönüşüyor. Bizimki de ölçüyü biraz kaçırmaya başlayınca müdahale ettim. Sonuçta herkesten tepki aldım. Yiyen çocuğa neden karışıyormuşum.

Önerim; nasıl sigara içen ebeveynler çocuğundan saklı saklı içiyorsa misafirler de çıksın balkonda yesin böyle şeyleri. Çok mu zor!

3.Geçenlerde Blogcu Anne Elif bahsetmişti twitterda; doktorların çocuğa şeker verme muhabbeti. Benzerini yapan o kadar çok yer var ki. Mesela bir pastaneye oturduk, hemen garson geldi, Eda’ya “bekle bak sana ne getiriyorum” deyip döndü arkasını. Eyvah dedim, geliyor işte lolipop! Eskiden ufaktı ve şeker getiren garsonlara vermemelerini rica ederdim daha uzaktan görünce. Artık bunu yapmam mümkün değil tabi, her şeyin farkında. Dondurma külahı getirdi! Çeşitlilik esas, her zaman şeker olmaz elbette.

Önerim; insanlar biraz duyarlı olsun, biraz da yaratıcı. Hem çocukların ilgisini çeken hem de yararlı bir şeyler vardır mutlaka. Hadi bulamadınız, sadece balona da razıyız biz.

4.Çocuk parklarına yiyecek getirip diğer çocuklara ikram edenlere de kızıyorum. Buradaki yiyecekten kasıt ne anladınız. İyi niyetli olduklarını biliyorum ama yapmayın gerek yok. Çocuğunu parka oyun oynasın diye getirmişsin, orada da yemek yemeyiversin. Oyunla karışık ağzına tıkayım mantığında değilsen tabi.

Önerim; çocuk parkına yiyecek sokmak yasaklansın.

Günümüz ve ülkemiz koşullarında çok zor şeyler istediğimi biliyorum. Fakat aslında bu konuda toplum bilinçlense olmayacak şeyler değil hiçbiri. Önemli olan bu bilincin biraz olsun vurgulanabilmesi. Çok abartıyorum kimilerine göre. Ama gelişim çağında olan hiçbir çocuğun abur cuburla büyümesini istemiyorum. Biz çocukken böyle değildik. Evet, bu kadar kısıtlanmazdık, annelerimiz ufacık bir kaygı bile taşımazdı bu konularda. Çünkü bizim zamanımızda bu kadar gözümüze de sokulmazdı. Çocukluk zamanından bir tek kırmızı paketli çikolatalı gofreti hatırlıyorum. Bir de tombiler vardı. Cips falan da vardı tamam ama 2 yaşımdayken bunların hiçbirini yemiyordum yine de. Bu yaşta bir çocuğa kola içiriliyor artık, gözlerimle görüyorum. “Ne yapayım istiyor, ne yapayım seviyor” geçerli bahaneler değil bana göre. Tadı güzel, tabi ki sevecek, içinde bağımlılık yapan maddeler var tabii ki isteyecek. Sen tanıştırma onu tadı ile, sevmesin; sen sürekli verme ki istemesin. Önce annesi-babası olarak sen bilinçlen ki çocuğun ileride beslenmeden doğan sorunlar yaşamasın.

**Bu yazıyı yazdıktan sonra (geçen hafta yazmıştım, anca açıp düzenleyebildim), geçtiğimiz Cumartesi Eda’yı göndereceğimiz okula karar vermek için birkaç yere gittik. Çok beğendiğim bir okulun öğretmeni çıkarken Eda’ya ödül olarak çikolata verdi. Sonra girdiğimiz okulun müdiresi ise çaktırmadan önce bana “şeker veriyor musunuz” diye sordu, hayır deyince de sticker hediye etti. Yani diyeceğim o ki bu tür ikramlar ya da benzeri şeyler hayatımızın çok içinde. Önemsiyorum o nedenle.


HB

4 Nisan 2013 Perşembe

Evini Özleyen İki Yengeçin Hali

Bu hafta Bahadır’ın yurtdışına yaptığı iş seyahati nedeniyle biz de baba evine taşındık birkaç günlüğüne. Neden “baba evi” ise o da? Anne şefkati, anne sütü, ana kucağı ama baba evi. Manevi şeyler anneye, maddi şeyler ise babaya atıfta bulunuyor herhalde. Neyse, dediğim gibi biz de valizimi hazırladık ve anneme geçtik. Normalde Eda anneannesinde tek başına kaldığında annemle birlikte uyuyor. Fakat ben yine yeniden kendilerini tek başına uyumaya alıştırmakla uğraştığım için evde başladığım bu girişimi annemde kesmek istemedim. Çabama yazık. Yalnız sorun şu ki annemde buna müsait bir yatak yok. Bizim kalacağımız odada yine çift kişilik bir yatak var ve bu Eda ile ikimizin birlikte uyuması anlamına geliyor. Ne yapabiliriz diye düşününce aklımıza Eda’nın küçükken sadece üstünde zıplamak için kullandığı park yatak geldi. Onu kurdular benim yatacağım yatağın yanına. İlk gece kabus gibiydi. Uyumadan kabus gördük diyebilirim. Eda sürekli mızıldadı, ağladı. Yatağı yadırgadı, içine sığamadı. Aslında çok küçük değil ama deli yatan biri için dar tabi. Ertesi gece biraz daha iyiydi ama her gece yaşanan “uyumak istemiyorum”, “kalkıcam”, “anneanne gelsin” seramonilerini Perşembe oldu, hala önleyemedik.
Bunu da geçtim, bu hafta yaşadığım en büyük zorluk sabah evden çıkışım. Normalde sabahları evden anneme getirdiğimizde asla arkamızdan ağlamıyor ama orada kaldığımızdan beri; yani evden çıkan sadece ben olunca çok zor çıkıyorum. “Anne işe gitmeni istemiyorum”, “gitme anne” gibi düz cümleler ağlak halde söylenince cümledeki “anne” öznesinin içi gidiyor tabi. İstisnasız her sabah neden işe gelmek zorunda olduğumu anlatıyorum. Uzun uzun konuşmalar sonucu ikna oluyor tabi ama bu uzun uzun konuşmalar yüzünden de 4 günün hepsinde de işe geç kaldım ve üstelik trafikte yavaş süren sürücülerin tümü hakkında birazcık kötü konuştum galiba. Haber vermeden çıkma şansım var tabi. Uyanmış olduğundan çaktırmadan çıkabilirim belki ama bilinçli bir internet annesine yakışmaz değil mi?
Koca özlemi bir yanda, böyle sıkıntılar bir yanda..biraz zor geçiyor bu haftamız ama az kaldı.

Dibe bir not: Pazar günü yaz gelmiş gibi yaptı ya hava; ben de valizimi ona göre hazırladım. Babetlerimle yağmurlu bir hafta geçirmek zorunda kaldım. Öngörülerim harika. Hadi televizyon izlemiyorsun, hava durumuna bakamadın, bakmadın; o elinden düşürmediğin telefonun hava durumu uygulaması ne için var! İlk gün yağmuru gördün, eve gidip çizmelerini neden almazsın, bu umursamazlığın kime! Cevabı verilemeyen sorular. Neyse neyse evime kavuşmama sadece 3 gün kaldı.

HB

Popüler Yayınlar

Recent News